'Edep' kelimesi anlamsızlığını yitiriyordu stüdyonun parlak ama parlamayan ışıklarında. Ar tutulması ile suları yükselen utanç denizinde bile boğulmuyorlardı
Abone olAdı “Basın Kulübü”…
Dün gece olanı belki de adına en çok ihanet edeniydi…
Olsa olsa “Dövüş Kulübü” olurdu, olmalıydı adı…
Tek farkla…
Yumruklar henüz sallanmıyordu karşılıklı olarak suratlara…
Ama öyle şeyler haykırıyorlardı ki kulaklara…
“Edep” kelimesi anlamsızlığını yitiriyordu stüdyonun parlak ama parlamayan ışıklarında…
Ar tutulması ile suları yükselen utanç denizinde bile boğulmuyorlardı o sırada…
Hele deri ceketiyle pek şık ve ilk baktığınızda “bir hanımefendi” görüntüsü vereni ne kadar da şirretti öyle…
Bir diğeri avukatmış…
Bir diğeri Doç, Dr. Falan…
Brrrr…
Buz gibi oluyordunuz baktıkça ekrana…
İki de emekli “General” vardı aralarında…
İyi ki silâhları yoktu yanlarında…
Konuşulmaması, tartışılmaması gereken her kovuşturma dosyasını konuştular da asıl tartışılması ve hatta haykırılması gerekenlerden tek kelime ile bile söz etmediler…
Çünkü…
Sıkıntılarını sessiz yaşayan arlı, onurlu, şerefli, haysiyetli milyonların, çaresiz koşuşturmalarını "delilik" olarak tanımlayanlardandı onlar...
Bir insanın; yüzsüzlüklerinin, arsızlıklarının, yolsuzluklarının karşısında hem sessiz kalıp hem de aklını korumasının mümkün olmadığını anlayamayanlar…
***
Eğer düşünüyorsanız…
Eğer varsa bir fikriniz…
Eğer o ana kadar akıl süzgecinizden geçirerek söyledikleriniz ondan sonra söyleyeceklerinizin de karinesiyse…
Eğer yitirmemişseniz aklınızı…
Kafatasınızın içindeki gri hücrenize bir yıldırım hızı ile acılar saplandığını, sonra da aynı yerden bir fil ordusunun dünyayı sarsan gürültülerle geçtiğini zannederdiniz onları dinlediğinizde...
Bulanık vicdanları, şaşkınlıktan çapraz bakan gözlere dönüşmüş akıllarıyla ekranların efendileriydiler onlar…
Arsız birer gülücükle nasıl da “sakin” olduklarını göstermeye çalışıyorlardı…
Karşısındaki konuşmaya başladığında kanon yaparmış gibi hemen arkalarından gidiyordular…
Ama uyumsuzdular...
Ama kakofoniktiler…
***
İzliyordum onları istemesem de çünkü işimdi bu…
Bir çocuk kadar şımarıktılar ama aynı çocuk kadar içtenlikli, temiz değildiler kirli yürekleriyle…
Bir sağır – dilsiz kadar habersiz gibi dursalar da milyonlarca fukaranın sorunlarından…
Tepkisizdiler de ama aynı sağır – dilsiz kadar duyarlı değildiler…
***
Ölü balık gibi donuktu bakışları...
Fersiz gözleri...
King – Kong bile Ann Darrow’a onlardan daha şefkatli bakıyordu…
Kendileri sevmezlerdi hiç kimseyi ama alev alev yanan bir ihtirasla bekliyorlardı ekran başına bağladıkları herkes tarafından sevilmeyi…
Bu, “bakar ama görmez” duygusuzluğunun ölçüsüz iğrençliğinde, ancak gönül gözü görmeyenlerin inançsız olduğunu da göremiyorlardı açık olan gözleriyle…
Bunlar “siyasi birer taraf” değil, “siyasi birer köle” idiler o anda benim gözümde…
***
Kulaklarımı tıkamadığıma pişman oldum bazı söylediklerini duyduğumda…
Etimden et koparmışlardı sanki…
Ciğerlerime şişlerin en sivrisini, en kızgınını saplamışlardı…
Kafatasımın içindeki küçük gri hücre asit çukuruna düşmüş ve eriyip gitmekteydi o an…
Ahtapotların en uzun ve en bol kollusu fırlayıp gelmişti denizlerden de bütün bedenim ile birlikte ruhumu da sıkmaktaydı sanki…
Olduğum yere yığılıp kalmak istedim bırakmadılar…
Ekran başından kalkıp gitmek istedim salmadılar…
Aradan saatler geçtikten sonra kalktım ve işte bu satırları yazdım onlar için…
Kim bilir?..
Belki en doğrusu onları görmezden gelmekti ama…
İçimde “kirli bir yara” olarak kalmalarını istemeden döktüm onları klavyemdeki harflerin aralıklarına…