BIST 9.550
DOLAR 34,54
EURO 36,01
ALTIN 3.005,46
HABER /  GÜNCEL

Ayşe Şasa, şizofrenliği yazdı

Şizofreni illetiyle mücadele ederken 25 yıl evinden çıkmayan Senarist Ayşe Şasa, yaşadıklarını anlatıyor.

Abone ol

Senarist Ayşe Şasa, şizofrenlerin hayattan soyutlandığı bir çağda, doktoruna ‘Demek ki sen şizofren değilmişsin’ dedirtecek kadar iyi ve huzurlu görünüyor. Kendisini anlattığı ‘Delilik Ülkesinden Notlar’ın özellikle gençler için ümit verici olmasını isteyen Şasa, ‘Ölüm diye bir şey yoksa niye hüzünlenelim ki?’ diyor. Talihsiz bir çocukluğun ardından pençesine düştüğü şizofreni illetiyle mücadele ederken Yaratıcı’sını bulan senarist Ayşe Şasa, bugün doktorları bile şaşırtan huzurlu ve sükûna ermiş haliyle oturuyor karşımızda. Gözlerinde bir pırıltı var; İbn–i Arabi’den, evliyalardan ve dostlarından bahsederken parlayan ve muhatabının yüreğini pır pır ettiren bir ışık... Yetişkinlikte ayağımıza takılan her taşın altında çocukluğumuzu arayan psikiyatristler doğruyu söylüyor galiba; Ayşe Şasa çocukluğundan bahsederken ‘Niyetim ailemi kötülemek değil.’ dese de kötü geçmiş bir çocukluğun şizofreniyi bile tetikleyeceğini öğrenmek ürperti veriyor. Şasa’nın çocukluğu dışarıdan bakanlara; ‘ah ne saadet’ dedirtse de gerçekte iletişimsizlik rüzgârlarıyla yüreği buz tutmuş, üstüne üstlük girdiği her ortamdan dışlanmış küçük bir kız çocuğunu gizliyor ardında. Yahudi dadılar tarafından katı bir disiplinle büyütülen ve tam da ihtiyaç duyduğu vakitlerde annesini yanında bulamayan Şasa, günümüzün belki Yahudi dadılar elinde değil; fakat ehliyetsiz bakıcılar elinde büyüyen bebeleri için de endişeleniyor. Çalışan ya da kendisi evde bulunduğu halde ruhu başka yerlerde gezinen annelere, bir zamanlar kendisinin arayıp da bulamadığı bir duyguyu çocuklarından esirgememeleri için sesleniyor: “Çocuğunuz bilsin ki, size ihtiyaç duyduğu her an siz onun yanında olabilirsiniz.” İşte bu his, aklı da, ruhu da emniyet altına alıyor. Ayşe Şasa, kendisini anlattığı Delilik Ülkesinden Notlar’da (Gelenek Yayıncılık), şizofreni nöbetlerinde yaşadıkları, kurtuluşa eriş hikâyesi ve ayakta kalabilmek için tutunduğu değerlerden söz ediyor. Şizofreni nöbeti yaşamak nasıl bir şeydir; onu bir Allah bir de kendisi biliyor; ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, Şasa’nın öyle zamanlarda hissettiklerini okumak bile çok zor. Buna rağmen ‘Delilik Ülkesinden Notlar’ okurken bunalıp daralacağınız bir kitap değil; aksine içten içe, alttan alta yanıp duran bir ümit ışığı, deniz feneri gibi yol gösteriyor okuyucusuna. Şasa’nın isteği de bu zaten; “Yazdıklarımın hüzün değil, coşku uyandırmasını isterim.” diyor. Kendi payına düşen hüznü yaşayıp tükettiği için belki artık hüznün kendisinden uzak olmasını istiyor. “Hüzünlenmeyin kızım, hüzünde biraz da dünyevilik gizlidir. İçinizin coşkuyla dolmasını istiyorsanız, evliyaların, sahabelerin kabirlerini ziyaret edin. Ben oralarda müthiş bir neşe ve ışık görüyorum.” diyen Ayşe Şasa, anlamlı ve onurlu bir hayatın tarifini ise tek kelimeyle özetliyor: “Yaratıcı’ya iyi bir kul olmak...” ‘Hiçbir zaman rol yapmadım’ Ayşe Şasa, bugün pek çoğumuzun yakındığı ‘konuşacak insan bulamamak’ sıkıntısını da çok çetin yaşamış. Hastalığının henüz iyileşme belirtileri göstermediği uzunca bir dönemi (25 yıl) evde bakıcısıyla birlikte anlatmaya çalışan ve bu süre zarfında hiç dışarı çıkmayan Şasa; “On yıl boyunca konuşacak hiç kimsem yoktu, bu kadar zorlu bir sürece nasıl dayanabildiğimi şimdi bile anlayamıyorum.” diyor. Böyle bir geçmişin ardından anlatmak, dinlemek, kısacası paylaşmak Ayşe Şasa için ne anlama gelir varın siz düşünün. “Yaşadıklarımı tümüyle başka insanlarla paylaşmak ihtiyacı beni sürekli kemiriyor.” diyen Şasa, dışarı çıkamadığı dönemlerde, “Yaşama, hayal kurma, düşünce gücümü o sevgili seslerden alıyordum.” dediği ‘tele–mahalle’ sayesinde ayakta kalabilmiş. İnsanların mutsuzken bile mutluymuş gibi davranmasının gerçek paylaşımları engellediğine inanan Şasa, “Hayatımda hiç rol yapmadım.” diyor. “Üzgünsem üzgün göründüm, kendimi çok kötü hissediyorsam ‘Yardıma ihtiyacım var.’ dedim. İşte bu yüzden Allah’ın yardımı ve merhameti bana ulaşmakta gecikmedi.” Bir insan dile kolay tam 25 yıl boyunca evden dışarıya adımını bile atmadan yaşamak zorunda kalırsa birisi seyahat isteği, diğeri evin sevimliliğine dair iki sorunun peş peşe gelişi önlenemez. Ayşe Şasa için seyahat; ‘kalpten zihne vuran manaları seyretmek yani seyr–i süluk dedikleri tecelliyi yakalamak, kadere sırtınızı vererek ilham edilen fikirlerin etrafında bir uçtan bir uca gezinmek” anlamına geliyor. Dünyevi anlamdaki seyahati uzunca bir süre telefon tellerindeki gezintiden ibaret kaldıktan sonra şimdi dışarıya çıkmanın kendisini çok yorduğunu söylüyor Şasa. “Mağarada bir adamı tutarsınız, sonra dışarı salarsınız ya, tam o haldeyim. Kolay kolay alışamıyorum, yoruluyorum, otobüsle çocukluğumun geçtiği mahalleden şöyle bir geçip Marmara Oteli’nde bir kahve içtiğim zaman inanın Amerika’ya gitmişim gibi hissediyorum. Sevincimi tarif edemem.” Evde kaldığı günler için tıpkı mahpuslar gibi ‘içeride kalmak’ tabirini kullanan Şasa, evi gerçekten bir mağara, bir hapis gibi mi görüyor peki? “Ev kütüphanesiyle, tefekkür ve ibadet köşesiyle çok sevimli aslında. Dışarısı aldatıcı ve eksiltici bir yer; ancak şunu da söylemeliyim ki; geleneksel hayattan koptuğumuz için bugün evlerde yalnız kaldık.” diyen Şasa, yaşadığı onca sıkıntıya rağmen eviyle barışık olduğunu ve dostlarıyla dışarıda değil evde buluşmayı tercih ettiğini söylüyor. Kaynak: Zaman