BIST 9.662
DOLAR 35,20
EURO 36,75
ALTIN 2.964,21
HABER /  GÜNCEL

Aynı gazeteden farklı portreler

Gazetelerin hayat damarları olan muhabirler neden ölür? Akşam yazarı Ahmet Tulgar, aynı gazetede yaşanan farklı hayatların dramatik öyküsünü kaleme aldı.

Abone ol

Akşam'ın 'çiçeği burnunda' yazarlarından Ahmet Tulgar, çelişkilerle dolu medya dünyasının içyüzüne neşter attı. Tulgar, patron, yazar, reklamcı, muhabir ekseni üzerinde kurulan gazetenin bir kez daha gözler önüne serdi. Birlikte okuyalım:

Gazete binalarının önünde her daim sıra sıra lüks otomobiller görürsünüz bütün gün yatan. Eller cepte serseri mayın gibi dolanan, takılan şoförler bir de.

Sonra bir an gelir, bu adamlardan biri kendine alelacele çeki düzen verir, otomobillerden birini arka kapısını açar, tutar, bekler: Namlı bir köşe yazarı ya da ihtiraslı bir yönetici, patron katından biri gazeteyi terk etmektedir.

Aynı dakikalarda bu binaların bodrum katlarında ya da otoparklarının kuytusunda genç kadınlar ve adamlar sık sık saatlerine bakarak bekleşmektedirler. Bazıları sırtlarındaki kamera ya da lap top yükünden iki büklüm olmuştur.

Onları, heyecanla bekledikleri, azarlarla yetişmeye zorlandıkları, artık ama öfkeyle beklendikleri menzillerine götürecek araç bir türlü bulunamamaktadır.

Gazetelerin ulaştırma servislerindeki istihdam azlığı bir yana bir de bu servislerin angarya merkezi işlevi görmesi rol oynar bu gecikmelerde.

Büyük olasılıkla şoförlerden biri, mesela işi o gelecek habere resimaltı yazmaktan başka birşey olmayan bir orta kademe ama kartviziti pek forslu bir yöneticinin elektrik faturasını yatırmaya gitmiştir.

Ya da gazeteye sadece kendilerinin para kazandırdığını iddia eden reklam toplayıcılarından birinin bitimsiz iş yemeğinin bitmesini beklemektedir bir lokantanın önünde aç bilaç.

Muhabirler gelen arabaya doluşurlar ve 'Acele edelim' uyarılarıyla, 'Önce benim işe', 'Hayır benim işe' tartışmalarıyla yola çıkılır.

Ben muhabirlikten geliyorum. Büyük bir rahatlıkla söylüyorum, başarıdan başarıya koştuğum dönemlerimde bile ömrüm kaldırımlarda, beni tekrar bilgisayarımın başına götürecek arabaları beklemekle geçti.

Türkiye'de yazarların güvenlik sorunları vardır ama muhabirlerin olamaz. Mafyayı didik didik eden muhabirler işte bu kaldırımlarda açık hedeftir.

Sabaha karşı evlerinden alınıp havaalanlarına götürülürken fazla mesaiden canı çıkmış şoförleri uyanık tutmak için anlatacak hikaye arayışları ise işin cabasıdır zaten.

İki yaz önce bir röportaj için Bursa'ya gitmiştim. Yanımda foto muhabiri arkadaşım. O yazın en sıcak günüydü. Klimasız Doğan'dan indiğimizde kibirli özel kalem müdürü: 'Vay be, sizi bu sıcakta İstanbul'dan bu arabayla mı gönderdiler?' diye dalgasını geçmişti.

Milliyet'teydim o zamanlar. Şimdi artık neyse ki orada da bütün arabalar klimalı.

Asıl komiği şeydi: Marmara depremi olmuş. Biz toz toprak içinde, fırına dönüşmüş araçlarda, kuyruklardayız. Dördü normal, biri baş beş yazar, iki helikopterle havadan indirme yapmışlardı o gün bölgeye. Baş olanı tutturmuş 'Füme camlı helikopter isterim' diye. Fotomuhabiri arkadaşımıza da direktif vermiş: 'Sadece beni çekeceksin' diye.

Umur Talu, sonradan o günü, o aynı yazarın fotoğraflarıyla bezeli birinci sayfayı 'bir iş kazası' olarak nitelendirmişti.

Birçok gazetede genel yayın yönetmenleri selam bile vermez bu genç muhabirlere. Bir gün onlarla bir yemek yemişliği, bir dertleşmişliği yoktur.

O hareketli, o üretken yığının içinden sıyrılıp dikkat çekmek için mübah ya da değil her yöntemi denemeye mahkum edilir bu gençler. Dejenere olur bazıları ama çoğu onurunu, mesleğimizin onurunu korur.

Gazetelerin ulaştırma servislerinden yola çıkılarak bütün bir medya sisteminin merkezine ulaşılabilir.

Orada şu gerçek saptanır: Bu sistem değişmelidir.

Muhabirler, can damarları gazetelerin, kan kardeşlerim benim, otoyollarda kan içinde yatıyorlar çünkü.

Yazı: Ahmet Tulgar
Kaynak: