BIST 8.664
DOLAR 34,34
EURO 37,41
ALTIN 3.020,26
HABER /  GÜNCEL

ATV'den Star'a geçişin öyküsü

Bir dönem ATV Haber'i Ali Kırca ile beraber zirveye çıkaran Ayşenur Aslan, Radikal'de yayınlamayı sürdürdüğü anılarının son bölümünde, STAR'a transfer öyküsünü anlattı...

Abone ol

Evet, gerçekten de yarasaydı ve ATV Haber Merkezi'nde, başımızın üstünde oradan oraya uçuyordu. 2000 yaz aylarıydı. Müthiş paralar harcanan, resmi açılışını 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in yaptığı ATV 2000 binasında, bir yarasalar bir de biz kalmıştık. Yeni adresimiz Nişantaşı olacaktı. Ancak Nişantaşı'na, hem personel hem de kapı/pencere/halı/dolap "parça parça" taşınıyordu. Haber Merkezi, en son gidecek ekipti. Gidene kadar da, kapısız/duvarsız/halısız odalarımızda "yarasalarımızla" gün sayıyorduk. Doğrusu hem "şehrin içine" döneceğimiz için mutluyduk, ama bir yandan da, -ilk ana binadan, hemen yanıbaşında inşa edilen ATV 2000'e- hayatımızın yedi yılını verdiğimiz bir yere vedanın burukluğu içindeydik. Neler yaşamamıştık ki orada! Ayamama deresinin suları bastığında, bodrum katındaki arşivimizden kaset kurtarabilmek için (deyim yerindeyse falan değil, kelimenin tam anlamıyla) koridorda yüzmüştük. Lağım kokan sel sularında insan zinciri oluşturmuş, kasetleri elden ele geçirerek kurtarabildiklerimizi selamete eriştirmiş, su boğazımıza ulaştığında da kendimizi kurtarmıştık. Orada doğumgünlerimizi kutlamış, depremlerde sarsıla sarsıla haber yapmış, İstanbul kara esir düştüğünde koltuklarda yatmış, haber bantlarını yetiştirebilmek için merdivenlerinden "uçmuş", kısacası sevinçle üzüntünün her tonunu yaşamıştık. Nişantaşı'na taşınırken kolilerden birine yerleştirdiğim kasetse, yaşadıklarımıza benzersiz bir örnekti... Susurluk'taki o malum ve meşhur kazayı, 3 Kasım akşamının bir vakti, sevgili Mahmut Övür haber vermişti. Türkiye'de değeri yeterince anlaşılamamış en iyi gazetecilerden biri olarak, Mahmut, hemen anlamıştı kazanın ulaşacağı boyutları. Büyük ölçüde onun uyarıları, yönlendirmeleriyle ATV Haber, daha ilk anda olayı flaş haberlerle kamuoyuna duyurmuş, sonrasında da takipçisi olmuştu. Mahmut Övür, sonraları çok önemli bir başka katkıda daha bulunmuştu. Abdullah Çatlı ile Özel TİM mensupları arasındaki ilişkiyi kanıtlayan bir kaset getirmişti. Bir düğünde çekilmiş görüntüler vardı kasette. Ancak, düğün sahibi Drej lakabıyla bilinen Ali Yasak olunca, olay bambaşka bir boyut kazandı. Görüntüler yayınlanıp, Mahmut Övür de canlı yayında "kimin kim olduğunu" anlatınca kıyamet koptu... Yayının hemen sonrasında Mahmut odama geldi: "Drej Ali telefon etti. Buraya geliyormuş." Peki ne yapacaktık? Kısa bir değerlendirmenin sonunda kararımızı verdik. Drej Ali'nin binaya girişini engellemeyecek, tam tersine "ağırlayıp" konuşmaya çalışacaktık. Hemen güvenlik şefini aradım: "Ali Yasak diye bir konuğumuz gelecek. Lütfen hemen alın ve sorun çıkmamasına özen göstererek ATV Haber'e getirin." Hemen bir başka hazırlığa daha giriştik. ATV Haber, değerlerine aykırı olduğu için gizli kamera kullanmazdı. Oysa, görüşmeyi bir biçimde görüntülememiz gerekiyordu. "Davetsiz konuğumuzu", Ali Kırca "Aman buralara getirmeyin" dediği için spor servisine alacaktık. İşte o servisi gören bir masanın üzerine, -kameramanlardan biri bırakıvermiş hissi yaratacağını umarak- bir kamera koyduk. Beklemeye başladık. Yarım saat kadar sonra Ali Yasak geldi. Güvenlikçiler, hem tembihli oldukları hem de belli ki konuğun adından etkilendikleri için girişte sorun yaşanmamıştı. O kadar ki, Ali Yasak, elini kolunu sallayarak turnikeden geçmiş, elektronik uyarıya rağmen tabancasını belinden bile çıkartmamıştı! Yengeye şükret... Kameranın kayıt düğmesine basıp, Mahmut Övür, Ferhat Boratav ve ben, "konuğumuzu" karşıladık. Havayı yumuşatmak için çay/kahve ikramına bile kalkıştık. Ama anlaşılan Drej Ali oraya çay/kahve içmeye ya da sohbete gelmemişti. Arada bir, "yengeye" -yani bana- "şükretmesi gerektiğini, yoksa çok daha ağır konuşacağını" vurgulayarak, Mahmut Övür'e çıkıştı. Onunla da kalmadı, giderken tehdit etti: "Ben de Drej Ali'ysem, bunun hesabı sorulur." Konuğumuz gittikten sonra kameradaki kaseti izledik. Otururken pek görünmüyorduk. Ayağa kalktığımızda da vücutlarımızın ancak belden aşağısı görünüyordu. Son karelerde, yarısı görünen bir kadın -yani ben- kayıtta iyice tizleşmiş sesiyle "Ali Bey lütfen" diye adamın peşinde koşuyordu, "Oturup konuşabiliriz. Lütfen..." Kaseti izlerken beceriksiz kaydımıza ve benim halime çok gülmüştük. Oysa, ortada gülünecek bir şey olmadığını seziyorduk. Bir süre sonraysa çok acı biçimde "anlayacaktık". Önay Bilgin, çok uzun zaman önce verdiği sözü tutmuş, bir gece bizi "kebap şölenine" davet etmişti. Kötü haber, işte o "şölende" geldi. Mahmut Övür evinin önünde silahlı saldırıya uğramış ve ağır yaralanmıştı... Masadan nasıl kalktık, hastaneye nasıl gittik, hatırlamıyorum. Hatırladığım, Mahmut'un kan kaybından sapsarı olmuş ama "sakin" yüzüydü. ATV 2000 binasından, ardımızda böyle anılar bırakarak ayrılıyorduk. Çocukluğunun geçtiği evi terk etmek zorunda kalan insanların duygularıyla Nişantaşı'na gittik. Artık Nişantaşı'nda, hayatın içinde olacaktık. Öğle yemeklerini o güzel Nişantaşı kafelerinde yiyecektik. Mağazalara saldıracaktık! Hatta belki -hani öyle pek mümkün de görünmüyordu ama- bir boş zaman bulursak sinema kaçamağı yapacaktık. Sinema şıkkı hariç, diğerlerini birkaç kez yapma fırsatı bulduk doğrusu. Ama Nişantaşı keyfi uzun sürmedi. Çok kısa bir süre sonra, 27 Ekim 2000 tarihinde "bomba" patladı. Etibank, TMSF'ye devredilmişti. Kararın anlamı açıktı. Sabah/ATV Grubu için geri sayım başlamıştı. Ceketimi alıp gidiyorum Gelişmenin ilk etkisi, ödemelere ilişkindi. Maaşlarımızı düzenli alamıyorduk. Bir süre sonra "ay atlanmaya" başlamıştı. Yurt muhabirlerineyse ödemeler neredeyse tümüyle durmuştu. Sonunda öyle bir dönem geldi ki, arabalara benzin alınamadığı için işe gidememe tehlikesi başgösterdi. Nişantaşı'ndaki binada yemekhane olmadığı için, personel yemek fişi alıyordu; onlar da verilmez oldu. Açıktan konuşulmazdı ama, ATV Haber Merkezi'nde müthiş bir dayanışma yaşanıyordu. En zor durumda olanlara kimi zaman aramızda topladığımız bir miktar parayı verirdik. Kimi zaman da ben üst kata baskın yapıp, hiç değilse birkaç kişinin maaşının ödenmesini sağlardım. Herkes dayanma gücünün sınırındaydı. Dinç Bilgin ise, kendi sınırını aşmıştı anlaşılan. Bir akşam, bültenimizin ilk haberi, "Ceketimi alıp gidiyorum" diyen Dinç Bilgin'in açıklaması olmuştu. Hemen ardından en üst katta, yani patronun "kabul salonunda" bir toplantı yapılacağı duyuruldu. Önceden aşina olduğumuz Turgay Ciner. O gün pek çoğumuzun ilk kez gördüğü Mehmet Emin Karamehmet, onların yerine konuşan yardımcıları/sözcüleri ve tabii, yöneticisi, muhabiriyle biz çalışanlar. O salonun daha önce benzerine tanık olmadığı kalabalık toplantıda, "Merak etmeyin" dendi, "Maaşlarınızı alacaksınız. ATV ve Sabah da eski gücüne kavuşarak yoluna devam edecek..." Ne yazık ki öyle olmadı. Biz yine maaşlarımızı alamıyorduk. Görev arabaları yine benzin parası bekliyordu. Üstelik, Türkiye'yi vuran büyük kriz yüzünden, kenardaki üç beş kuruş birikimler de değerini kaybedivermiş, erimişti. 2001 yılı, hem Türkiye hem de bizim için kara bir tabloyla gelmişti. İşte böyle huzursuz bir dönemde, bir Pazar günü, Bilgin ailesine yakın birinden telefon geldi: Dinç Bilgin, Ali Kırca'yla beni evine bekliyordu. Hem de hemen! O güne kadar yalnızca bir kez, birkaç yüz davetliden biri olarak gitmiştim Dinç Bilgin'in evine. Oysa bu kez "çok özel" bir davetti bu. Ali Kırca'yı arayıp çağrıyı haber verdim. Buluşup Sarıyer sırtlarındaki eve gittik. Tahmin ettiğimiz haberi verdi Dinç Bilgin: "Dönüyorum." Yüzü gülüyordu. Kısaca söylediğine göre "kaynak" sorunu halledilecekti. Her şey yoluna girecekti. Nitekim o günün akşamı Dinç Bilgin, Nişantaşı'ndaki binaya döndü. Ancak, halledilmesini beklediği her ne idiyse, bir türlü olmadı. Yukarıda bir kaos yaşanırken, biz aşağıdakiler aynı sıkıntıları çekmeye devam ettik. Derken, 21 Mart 2001 Çarşamba günü, internet sitelerine, hayatımıza fırtına gibi giren bir "haber" düştü: "Ali Kırca Star'a gidiyor." 1974 yılından beri en yakın arkadaşlarından biriydim. 1994 yılından itibaren de yardımcısı, sağ kolu, sol gözü vs. vs... "Benim" haberim olmadığına göre, bu, dedikodudan öteye gidemezdi. Bu düşüncenin rahatlığıyla girdim Ali Kırca'nın odasına: "İnternet siteleri seni yine biryerlere göndermiş şekerim!" Hiç beklemediğim bir karşılık aldım: "Ya evet, ben de sana söyleyecektim. Cem Uzan ısrarla çağırıyor." ATV'de kalalım... Şaşkına dönmüştüm. Bir kere, böyle bir haberi internetten öğrenmiştim. Ayrıca belli ki Ali Kırca, en azından "teklifi değerlendiriyordu". Ben de en yakınımdakilerle durumu değerlendirdim. Doğrusu, geçmişte Star'ı "içerden" tanıma fırsatı bulduğum için, ben hiç mi hiç istemiyordum gitmeyi. Yine Star'ı "içerden" tanıyan ve en yakın arkadaşım olarak nasıl zorlandığını bildiğim Ülker Pınarbaşı da "Gitmeyelim" diyordu. Ankara temsilcimiz Baki Şehirlioğlu bizimle aynı görüşteydi: "Belki maaşımızı düzenli alırız ama sonra çekeceğimiz sıkıntıya değer mi!" 22 Mart Perşembe günü de diğer arkadaşlarımızla paylaştık haberi. Kimisi evinin kirasını ödeyemediği için, çoluk çocuk anne-babasının yanına sığınmıştı. Kimisi, kredi kartı borcunu kapatabilmek için, ne zorluklarla aldığı arabasını satmıştı ya da haciz korkusuyla yaşıyordu. Ama editöründen muhabirine, hepsi de "ATV'de kalalım" diyordu... Bu ortak görüşü, Ali Kırca'ya aktardım: "Ali gitmeyelim. Star hiçbirimizin içine sinmiyor. Hem ATV bunca yıl sonra neredeyse evimiz gibi oldu. Kimse evini bırakıp gitmek istemiyor". "Haklısın" dedi Ali, "Benim de içime sinmiyor. Ama Cem Uzan bizzat aradığı için en azından görüşmeye gitmezsem ayıp olur. Cumartesi görüşecektik. 'Hayır' cevabını o zaman kendisine söylerim." Biz haber merkezinde bütün bunları konuşur tartışırken, yukarıda da gergin bir bekleyiş vardı. Özellikle Zafer Mutlu, "Söyle şu adama gitmesin" deyip duruyordu. Bu konuşmadan sonra Zafer'i aradım: "Merak etme" dedim, "Bir yere gitmiyoruz." 23 Mart Cuma günü Ali Kırca, bunu, haber merkezindeki herkesi odasına toplayarak "resmen" açıkladı: "ATV'de kalıyoruz." 24 Mart Cumartesi akşamı gelen telefona, işte bu yüzden hiç hazırlıklı değildim. Ali Kırca, Cem Uzan'la görüşmesinin ardından arıyor ve "Evet" dediğini söylüyordu. "Peki neden Ali? Hani gitmeyecektik! Hani hayır diyecektin!" "Cem Uzan önüme öyle dosyalar koydu ki. Sana sonra anlatırım, ama şu kadarını söyleyeyim, bizim orada bir gün daha kalmamamız lazım." "Yani şimdi Star'a gidiyoruz.. Öyle mi?" "Evet, yarın seninle buluşur, el sıkışmak için Star'a gideriz." 25 Mart Pazar günü birlikte Star'a gittik. El sıkıştık. Dinç Bilgin ya da Zafer Mutlu veya -her kimse- o sırada ATV'yi kontrol eden "güç", Ali Kırca gitse bile "bizim kalmamızı" isteseydi, kalır mıydık ve bazı şeyler çok daha farklı olur muydu, bilmiyorum. Ama kimse böyle birşey istemedi, önermedi. Ve biz, Ali-Ayşenur-Baki üçlüsüyle bazı editör arkadaşlarımız ve bir grup muhabir, kameraman masamızı topladık. 26 Mart Pazartesi günü, Dinç ve Önay Bilgin'e veda ederken, doğrusu kendimi bile şaşırtarak, hüngür hüngür ağladım... Gözyaşlarının nedeni, belki de, o sırada çok net göremesem de seziyor olmamdı: Güzel bir rüyanın sonuna gelmiştik. Sekiz yıl boyunca deli gibi titizlenerek, hayatımızdan çalma pahasına çalışarak bir "marka" haline getirdiğimiz ATV Haber'e veda ediyorduk. Yani evimizi terk ediyor ve kimbilir bizi nelerin beklediği bir yolculuğa çıkıyorduk. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı... Nitekim olmadı da. Habercilik de. Vefa sınavını aşamayan dostluklar da...