BIST 9.420
DOLAR 34,42
EURO 36,33
ALTIN 2.828,82
HABER /  POLİTİKA  /  AK PARTİ

“Atatürk’ten hamile kaldım”

Almanya'da yaşayan, kitapları 17 dile çevrilen “Emine” Sevgi Özdamar, Taraf'taki “Portre” köşesinde ilginç bir söyleşiye imza attı.

Abone ol

Tarafta yayınlanan portre köşesinin konuğu Almanya'da yaşıyan Sevgi Özdamar oldu. Özdamar ile yapılan ilginç sohbetten bölümler şöyle;

MAHALLE BASKISI DEĞİL MAHALLE SEVGİSİ

Öğleden sonramıza Sevgi’nin masada hazır ettiği şahane börek ve tavşan kanı çay eşlik ediyor; ben haliyle çok heyecanlıyım. Bunu hemen anlayan Sevgi, “Korkma” diyor, “bu şans işi, bazen oluyor, bazen olmuyor; ne çıkarsa bahtımıza.” Ben Berlin’den öncesini sorarak başlıyorum, -nereden nasıl geldi Berlin’e merak ediyorum. İstanbul’da ve Bursa’da geçen çocukluğun esas kahramanı çok sevdiği biricik “abisi”. Kadıköy’den, Yeniköy’den, Beşiktaş’tan anılar birbirine geçiyor; bahçelerden geçilen yazlık sinemalarda sabahtan akşama kadar filmler izleniyor. Bir fotoğrafta, Müzeyyen Senar’ın sahneye çıktığı sünnet düğününde, babasının mahalleden yaşıtlarıyla sünnet ettirdiği ağabeyinin yanında Sevgi. İki dişinin arasındaki eliyle en utangaç hali. “Mahalle baskısı yoktu, mahalle sevgisi vardı” diyor, sadece anne baba yok, babaanneler anneanneler var, büyükler var, komşular var, mahalle var. Afrika atasözü gibi, bir çocuğu, bütün köy büyütür. Öyle bir çocukluk...

ANITKABİR BANA YORGUNLUK VERİYORDU

Sevgi, daha sonra taşındıkları Ankara’yı, Bursa ve İstanbul kadar sevemiyor. Sohbet akıyor:

“Ben 14 yaşındayım. Meğer biz Anıtkabir’in sokağına taşınmışız. Başımı bir kaldırıyorum. Anıtkabir. Kalakalıyorum. Askeri arabalar geçiyor, o sırada biz sek sek oynuyoruz. Bir an hiç unutmuyorum. Arabaların önünde durmak istedim. Üstümden geçsinler diye kendimi arabaların önüne atmak istedim. Anıtkabir’i görmek bana büyük bir yorgunluk veriyor. Eve gidip anneme, –Anne benim adım ne? Ben kimim? diye sormuşum. Bütün aile başıma toplanmış. “Sevgi, iyi misin kızım” diye. Yeni taşınmışız, ortada eşyalar duruyor, hâlâ açılmamış paketler var. Çok yorulduğumu hissedip, önce kutulardan birine oturduğumu, sonra tam da bir türlü oturamadığımı ve yere taşa uzandığımı hatırlıyorum. Sonra ilk romanımda geçer, Anıtkabir’i anlatırken “Bir kız Atatürk’ten hamile olduğunu söylüyordu insanlara” diye bir cümle yazmıştım. Ece Ayhan bayılmıştı, “Eğer bunları yazan çocuklar çıktıysa ben gözü açık gitmem” demişti. İstanbul kadar sevmesem de, iki yıl kaldığımız Ankara’dan güzel şeyler de hatırlıyorum. Entelektüel hareket başlıyor. 60 Anayasası sonrası. Mesela abimin Marksist bir arkadaşı vardı. Alican. Babası üniversitede profesör. O, abimin liseden edebiyat hocası, abim. Bize geliyor, rakılar içiliyor, şiirler okunuyor. Orhan Veli’ler, Nâzım Hikmet’ler... Siyaset tartışılıyor. Ben Alican’a âşık oluyorum... Alican aşağı, Alican yukarı.

YILDIZLI BİR GECEDE EDİLEN YEMİN

Sonra ağabeyi İsviçre’ye okumaya gidiyor, o odalar boşalıyor. Yalnızlık dayanılmaz bir hâl alınca, ağabeyinin yanına gitmek istiyor, ama bir neden lazım. Almanya kapısı açılıyor, işçi olarak Almanya’ya gitmeye karar veriyor; babadan alınan parayla 18 yaşında ilk gidiş. Gerisini anlatırken, Haliçli Köprü’yü okuduğum zamana geri dönüyorum; Sevgi öyle canlı anlatıyor ki, gözümün önüne hemen tren yolculuğu, kadınlar yurdu, yurt müdürü geliyor. Sevgi’nin büyük bir şans olarak nitelediği yurt müdürü, Vasıf Öngören; Asiye Nasıl Kurtulur?’ u yazan ünlü tiyatrocu. Tıpkı romandaki gibi anlatıyor, komünist yurt müdürü Öngören şarkıları, türküleri Almancaya çevirerek, yurtta kalan kadınlara dil öğretiyor. “Selam da söylen bey babama, beş bini tam yapsın da, o çıkarsın beni zindandan mahpustan...’”

Sevgi zaten Almanya’dan önce, daha 12 yaşında Bursa’da şehir tiyatrosunda Ragıp Haykır, Nihat Akçan, Tijen Par’larla Moliere oynarken, karar vermiş; hatta yıldızlı bir gece yemin ettiğini hatırlıyor: “Tiyatrocu olacaktım. Almanya’ya geldiğimde benim için zaten tiyatro vardı. Ben orada tiyatro okuyacağım diye düşünüyordum. Sonra Vasıf Öngören beni Berlin Ensemble’a aldırıyor...”

19 YAŞINDAYKEN BİR KOMÜNLE YAŞAMIŞ

“Sonra Vasıf Öngören şey derdi” diye durarak,-anlatmaya karar verip- devam ediyor, “eğer iyi bir sanatçı, iyi bir tiyatrocu olmak istiyorsan mutlaka erkeklerle yatacaksın...” Gülerek ekliyor. “Onu da becerdim. O dönem çok hoş adamlar vardı.”

Ben koyveriyorum:
“Yani zorlanmadınız...”
“Hayır. Akşam eve geliyorsun, anne baba yok. Kimsenin gözünün içine bakmak zorunda değilsin. Belki Türkiye’de olsam, büyümem, yetişkin olmam zaman alacaktı, ne bileyim beş sene sonra olacaktı... Başka türlü büyüyemezsin. Ayrıca bize yardımcı olacak çok şey vardı. Kluge, Bunuel, Passolini görüyorsun... Oradaki karakterler senden farklı değil; çevremdeki bir kadından değil, o filmlerdeki karakterlerden alıyorum hep... Figürler bana, bize yabancı değil... 19 yaşındayken bir süre komünle yaşamıştım... Bir buçuk seneye yakın Berlin’de kalıyorum ilk gidişimde. Babam para veriyor; o zamanın 4 bin markı, Goethe’de Almanca öğreniyorum.”

Sevgi, 10 sene sonra tekrar geliyor Berlin’e; ama bu kez Brecht’in öğrencisi Benno Besson’la çalışmak için. Kafasında oyunculuktan başka birşey yok, ustaların peşinde koşuyor. Türkiye’den Muhsin Ertuğrul, Beklan Algan, Ayla Algan, Haldun Taner’den aldığı oyunculuk derslerinden sonra, Almanya’da Matthias Langhoff’la dramaturg ve oyuncu olarak çalışıyor.

HEMEN ANLAYAMASINLAR İSTEDİM

Sevgi’nin tiyatro çalışmalarında ve yazarlığında en çok ilgimi çeken, Karagöz, Hacivat, Keloğlan gibi geleneksel motiflerle kurduğu ilişki ve bunun üzerinden yeniden kurduğu sınıf bilinci. Ben bundan bahsederken, buna karşılık o Venedik’te yağmur altında, bir damın altında yaşadığı kısa ama hiç unutmadığı bir anıyı geri getiriyor. O sırada dükkânlarından çıkan ki kunduracı İtalyanca şakalaşırken, Sevgi aydınlanıyor: “Aaa! Comedia de’llarte yaşıyor, sokakta yaşıyor, İtalyan insanında yaşıyor. İstanbul’a döndüğümde bunu otobüste iki adam konuşurken yine gördüm, Karagöz ile Hacivat karşımdaydı.”

Ama tiyatrodaki pozisyonu sadece gölge oyunundaki Karagöz’ü moderne adapte etmek değil; aynı zamanda o dönemki oyunculuk anlayışını da zorluyor: “Zengin ülkelerde, sosyal roller oynayan da oyuncudur. Mesela zavallı adamı Türk, temizlikçi kadını Yunanlı oynar ya. Bu karakterlerin esas hayatı ne? Ben dadaist, dili bozmak isteyen bir tavırla yazdığım oyunlarda bunu değiştirmek istedim. Moliere ile başlamam bunda etkili olabilir. Çok sevdiğim bir ortaoyunu geleneği var. Bu karakterler sınıfsal hiyerarşide değil, dilde karşılaşsınlar istedim. Almanlar oyundan çıkarken, her şeyi anlıyorlar ya, bu insanları hemen anlayamasınlar istedim. Acaba zavallı Türk başrolde olsa, hikâye nasıl değişir diye düşündüm.”

Hayat Bir Kervansaray ’ı yazmak beş yıl, Haliçli Köprü ise üç yıl sürüyor. Bir tek Annedili’ni hızlı, özellikle de kitaba adını veren o hikâyeyi, bir haftada yazıyor; o bir haftayı “Ayağımın altı yanıyordu” diye anlatıyor. 1991 yılına geri dönüyoruz. Ingeborg Bachmann Ödülü aldığı günlere. Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra; anne babasını art arda kaybeden Sevgi, çok acı çekiyor. O günlerde, aday olarak 24 yazar arasında adı geçince çok seviniyor ve seçtiği kısmı okumak için jürinin, konukların, kamereların önüne çıkıyor. Okumalar, Alman televizyonu SAT1 canlı olarak yayınlıyor. O an gelene kadar, otel odasında heyecanını yenmek için dans ettiğini; diğer adayları dinleyip heyecanlanmamak için kafeteryada beklediğini hatırlıyor. Yarım saat süren okuma esnasında, bir yandan sigara içerken elinin titrediğini ekliyor. Beş gün sonra açıklanıyor ki... Bana kaydını izleteceğine söz veriyor; ben de onu Stuttgart’a, Künstlerhaus’ta konuşma yapmaya çağırıyorum. “Bende kaydı var. Önce okumanın kaydını gösteririz, sonra konuşmayı yaparız” diye el çırpıyor.

VE JOHN BERGER

Sonra Hayat Bir Kervansaray için tuttuğu notlara bakıyoruz beraber, günlüklerini çıkarıp getiriyor. Günlüklerden bazı kısımların yıllar sonra nasıl oyunlara ve romanlara girdiğini anlatıyor. Nasıl yazdığını anlatmak için “Seyahat masada başlar, masada devam eder. Bazı şeylerin büyüselleşmesi lazım” diyor. Sonra evin duvarlarını geziyoruz, hayatı paylaştığı adamın, onun öğrencilerinin, kendi arkadaşlarının hediyeleri olan resimlere, eski fotoğraflara bakıyoruz. “Sevgi’nin yazdıkları üzerine bir yorumda bulunmam zor, çünkü seviyorum yazdıklarını; sevdiğiniz bir şeyin çözümlemesini yapmaksa budalaca bir harekettir” diye yazan John Berger, Sevgi’nin bir aile fotoğrafını görünce ağabeyini kastederek, “Ali ile sen sanki anne babanın ebeveyni gibi; onlar da sizin çocuğunuz gibi poz vermişssiniz” demiş. O fotoğrafta duruyoruz. “Çocuk gibiydi babam” diyor.

Sonra aklıma geliyor:
“Sahi, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı gün Berlin’de miydiniz? O günü hatırlar mısınız?”

MURAT BELGE'YLE SOSYALİST GEZİ

Gülüyor. “Çok matrak. Murat Belge gelmişti o zaman. Çok severim. Eski arkadaş. Sana sosyalist bir gezi yaptıracağım diye onu, Doğu Berlin’e götürdüm. Memurlar bizi, her zaman ayrı ayrı geçtiğimiz demir kapıdan birlikte çıkarınca şaşırdım, “Bunlar da her hafta kural değiştiriyor,” dedim. Berlin Ensemble’a gittik, Brecht’in tiyatrosunu gösterdim. Hatta orada bir şarkı söyledim. Karnımız acıktı. Oranın en yüksek oteli, Otel Forum’a gittik. Kaybettiğimiz arkadaşlarımızı andık. Ortak arkadaşımız Yılmaz Güney’den bahsettik. Duygulandık. Murat, aynı dönemde hapisanede kalmıştı. O da Yılmaz’ın ne kadar özel bir insan olduğunu iyi bilir. O karışım; Marksist, anarşist, Köroğlu, duyarlılık... Her şey vardı Yılmaz’da. Biraz ağladık. Votka içtik. Sonra karşıya geçiyoruz. Bizi çabucak bırakıyorlar. Neredeyse pasaportlara bakmayacaklar. “Bir şeyler oluyor,” dedim. Yıllarca uzun süren kontrollere alışmışım. Eve giderken ayrıldık. Murat sonra gelecek. Kapıyı Tarık diye bir arkadaşımız açtı, ilk şunu dedi: Yahu, duvarı siz yıktınız di mi?

Meğer biz oradayken Berlin Duvarı yıkılmış, duvar yıkılırken, biz votka içerek, Yılmaz’dan bahsediyormuşuz...”

SİVİLLERE TAKILMADAN ADAM KAÇIRIYORUM

Sonra kitaplara dalıyoruz, ben farklı baskılarını görmek istiyorum. Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan’ın İletişim’den çıktığını müjdeliyor. Başlık, Else Lasker-Schüler’in bir dizesi. Desenlerin de basıldığı kitap, iki Berlin arasında oyunlarla mekik dokuyan Sevgi’nin 70’ler sonlarına dair, introspektif bir dille, masal ile gerçek arası hatırladıklarını, unutmadıklarını bugünden geriye değil, o zamanki notlarından oluşuyor. Sevgi Soysal’ı hatırlatan bir başlık diyorum, “Çok severim, tanırdım” diyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Cansever, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Cemal Süreya da seviyor. Hâlâ çok sık şiir okuyor. Şiir okuma isteği hep var. Özellikle Ağır Roman’ı sevmiş, bir de Orhan Pamuk’un Sessiz Ev ’ini. Perihan Mağden’in İki Genç Kız ’ını. Birkaç sayfa okuduktan sonra bırakmış Elif Şafak’ı. “Beni bütün gece tutması lazım,” diyor.

70’leri, sol dayanışmayı ve Yılmaz Güney’i konuşmaya devam ediyoruz. Berlin’deki yıllara dönüyoruz; Haliçli Köprü’deki sinema komünü... “Et yemiyoruz, ayakkabı almıyoruz, arkadaşımın verdiği dar pabuçları giyiyorum ama tiyatro yapıyorum, turneden paraları komüne gönderiyorum. Yılmaz bizi destekliyor, dergi yapıyoruz. Biz hep birlikte İstanbul’a onu ziyarete gidiyoruz. Fatoş’a ‘Sen yat’ diyor, bizimle muhabbete devam ediyor. Hatta bana saklamam için Kürt arkadaşlarını gönderiyor. Yanıma patlıcan, kabak alıyorum, koluma o arkadaşları takıp karı koca taklidi yapıyorum. Bir evden diğerine, sivillere takılmadan adam kaçırıyorum.”

15 YIL HAPİSTE KALMASINI İSTERDİM

Kenan Evren’e geliyoruz. “Eskiden, gözüm açık gidecek” diyordum. Onun dönemini, ben hep askerler ve orospular dönemi olarak düşünürüm. Çıkarttıkları kartpostallarda bile... Asker, bir genç kızla bir bahçede... İlk mahkemeye çağrıldığında içimin yağları biraz eridi ama aslında işin gerçeği, şimdi çok geç olduğunu düşünüyorum. Onun da vücutsal bir deneyimden geçmesini isterdim. 15 yıl hapishanede kalmasını, öldürülme korkusu ile yaşamasını. Rapor çıkarıp, 17 yaşındaki bir çocuğun kemiklerini büyütüyor, yaşını sırf onu asabilmek için. Mahkemede çekilmiş resminde o çocuğun gözlerine bakınca, onun öldürüleceğini ilk defa orada o an anladığını görüyorum. Herta Müller şey der, “Halklar uyurken, generaller ayağa kalkar...” Evren’i şimdi assalar ne olur, kesseler ne olur. Çok acılar yaşattı... Çok güzel bir dönem başlamıştı, sanatı, gençleri, neleri öldürdüler...”

O kadar içten konuşuyor ki, gözlerimiz doluyor; susuyoruz. Sigara yakılıyor.

EMİNE SEVGİ ÖZDAMAR

1946’da doğdu. Muhsin Ertuğrul, Beklan Algan, Ayla Algan, Haldun Taner, Melih Cevdet Anday ve Nurettin Sevin’den tiyatro eğitimi aldı. 1976’da Almanya’ya gitti. Brecht’in öğrencisi Benno Besson ve Matthias Langhoffla başasistan, dramaturg ve oyuncu olarak Berlin, Paris, Avignon, Lyon, Münih, Frankfurt, Bochum şehir tiyatrolarında çalıştı. Çalışmalarından dolayı Paris Vincennes Üniversitesi tarafından kendisine doktora yapma hakkı tanındı. Kitapları 17 dile çevrildi.

Eserleri: Karagöz Almanya’da (oyun, 1982), Bir Temizlikçi Kadının Kariyeri (oyun, 1984), Annedili (öykü, 1990), Keloğlan Almanya’da (oyun, 1991), Hayat Bir Kervansaray (roman, 1992), Haliçli Köprü (roman, 1998), Nuh’un Gemisi (oyun, 2000), Aynadaki Avlu (öykü, 2001), Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan (roman, 2003), Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur (anlatı, 2007), Peri Kızı (oyun, 2010), Yabanda Ölmek (oyun, 2011).

Ödülleri: 1991 Ingeborg Bachmann Ödülü (Hayat Bir Kervansaray), 1993 Walter Hasenclever Ödülü (Hayat Bir Kervansaray), 1994 New York Yılın En İyi 20 Kitabı (Annedili), 1994 London Limes En İyi Kitap (Hayat Bir Kervansaray), 1998 Kuzey Ren Westfalya Yılın Sanatçısı Ödülü, 1998 Almanya Kuzey Şehirleri Literatür Ödülü, 2003 Frankfurt Şehir Yazarı Ödülü, 2004 Kleist Ödülü, 2007 Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap Ödülü, ABD (Hayat Bir Kervansaray), 2009 Berlin Sanat Ödülü, 2010 Cari Zuckmeyer Madalyası, 2012 Alice Salomon Poetik Ödülü, Darmstadt Dil ve Şiir Akademisi Üyeliği.