BIST 9.900
DOLAR 34,10
EURO 38,09
ALTIN 2.875,03
HABER /  MAGAZİN  /  KÜLTÜR VE SANAT

Atatürk ve Oflu İmam

Mustafa Kemal Atatürk'ün din hocalarıyla arasında geçen diyaloglar.

Abone ol

Yeni Şafak gazetesinde de köşe yazıları yazan Dücane Cündioğlu sosyoloji alanında çalışmalarını sürdüren bir öğretim görevlisi. İslamcı bir dünya görüşü savunan yazarın adlı kitabında Atatürk ve Oflu İmam başlıklı bir bölüm dikkatimizi çekti ve paylaşalım istedik:

Yakın tarih okumalarında en ziyade dikkatimi çeken husus­lardan biri de Mustafa Kemal Atatürk'ün din hocalarıyla arasında geçen diyaloglar olmuştur. Çünkü bu diyalogların en çarpıcı tarafı, beklemediği cevaplar karşısında kaldığı halde Ata­türk'ün bu hoca efendileri susturmak ya da cezalandırmak gibi bir yola başvurmayıp onları görüşlerini cesaretle açıkladıkları için takdir etmesi, hatta kendilerine mükâfatla mukabelede bulunma­sıdır. Sırf yaranmak için inanmadığı şeyleri söyleyen eyyamcı ta­kımını her fırsatta terslediği, huzurundan kovduğu ise erbabının malumudur.

Üzümün kendisi helâl de suyu niçin haram?
Atatürk'ün, "Üzümün kendisi helâl de suyu niçin haram?" şeklindeki sualine, "Kişinin hanımı kendisine helâl ol­duğu halde kızı niçin haramsa işte ondan" cevabını veren Beykoz imamını takdirle karşıladığını, Dolmabahçe Sarayı'na çağırıp kendisine iltifatlarda bulunduğunu daha önce aktarmış, düşünce ve inançlarını samimiyetle savunan her insanın en nihayet saygıy­la mukabele göreceğinden kuşku duyulmaması lâzım geldiğini anlatmaya çalışmıştım.

Bu memleketin çocukları sırf kendilerine sadakatlerini muha­faza ettikleri için haksız muamelelere maruz kalıyorlar ve ne ga­riptir ki tüm samimiyetlerine rağmen çirkin bir siyasete kurban edilmek isteniyorlar. Kendi hesabıma, bu tür çabaların er ya da geç boşa çıkacağından ve devleti yöneten siyasî aklın gün gelip bu ayıbı sona erdireceğinden kuşku duymuyorum. Bu bugüne kadar hep böyle oldu ve inançlannı samimiyetle müdafaa eden insanlar sonunda samimiyetlerinin mükafatı olarak saygıyla mukabele gö­rürken, siyasî otoriteye yaranmak isteyen düşük ahlâklı kimseler belki bir süre itibar gördüler ama neticede lâyık oldukları dereke­ye inmekten kurtulamadılar.

İnanç, düşünce ve kanaatlerin doğruluğu bir bahs-i diğer. Bilakis burada esas olan bu doğruluğun müdafaasında gösterilecek samimiyet ve dürüstlük. Bu memleketin çocukları kendilerine sa­dakatlerini muhafaza ettikleri sürece gelecekten ümit var olabi­lirler ve ancak bu takdirde saygı görmeye hak kazanabilirler. Çünkü hiçbir vicdan, samimiyet ehlinin sadakati karşısında direnemez.

Aşağıdaki hikâye muhtevası itibariyle değil, mantığı İtibariyle yorumlanabilirse şayet, ne demek istediğimin daha iyi anlaşılaca­ğını sanıyorum:

Yaygın bir söylentiye göre, şapka devriminden sonra Trabzon'u ziyaret eden Mustafa Kemal Atatürk'e vilayetin sorunları hakkın­da bir brifing verilmiş ve bu esnada Of kazasından Hacı Ferşat Efendi nâmında bir din hocasının şapka giymemekte direndiği kendisine arz edilmiş.

Gâvura mı benzedim?

Atatürk özel bir şapka hazırlatır ve hocanın huzura getirilmesini emreder. Hoca derdest huzura çıkarılır. Atatürk şapkayı getirtir, kendi eliyle hocanın başına koyar ve sorar:

— Hoca Efendi, sen şimdi gâvura mı benzedin?

Hoca Efendi bir yutkunur, sonra 'hayır' diye cevap verir. Hocanın başından aldığı şapkayı bu kez kendi başına koyan Atatürk,

— "Ya ben" der; "gâvura benzedin mi?"

Hoca Efendi 'evet' anlamında başını sallayarak mukabelede bulu­nur. Hiç beklemediği bu cevap karşısında hayrete düşen Atatürk:

— "Nasıl olur?!" der; "bir serpuşun sert hükmü bir baştan diğerine değişir mi?"

Hoca Efendi, durumu şöyle izah eder:

— Ben şapka giymeye zorlanıyor ye kerhen giyiyorum. Size ge­lince, devletin başısınız ve hiçbir mecburiyetiniz yokken giyiyor­sunuz. Serpuş aynı olsa da durum farklı ve dolayısıyla hüküm de farklıdır.

Hocanın samimiyet ve cesaretini takdir eden Atatürk, hocaya devletten aylık maaş bağlanmasını emreder. Hocanın bizzat Ata­türk tarafından tahsisi emredilen bu maaşı hayatının sonuna ka­dar almaya devam ettiği söylenir.

Merhum Hacı Ferşat Efendi'nin Cennetlik lakabıyla anılan mah­dumunu el-Ezher'deki talebeliği yıllarında tanımış ve "Bu rivaye­tin aslı var mı?" diye sormuştum. Hatırladığım kadarıyla doğru­lamıştı.*

İlahiyat hocalarının inançlarını savunmak yerine yapılanları sineye çekmekle (susmakla) haksızlığı meşrulaştırdıklarını düşü­nüyorum. Biraz medenî cesaret göstermek suretiyle inançlarını savunsalardı, belki de bu baskılar bu raddeye gelmezdi, gelemez­di diye inanıyorum. Öyle ya, niçin toplanıp Ankara'ya gitmeyi de­nemezler? Niçin bu memleket evladına reva görülen muamelenin haksızlığını yöneticilere ısrarla anlatmak yolunu bir kez bile ter­cih etmezler?

Samimiyetle söylenmiş sözlerden daha ikna edici hangi vasıta vardır bu dünyada?

Hâsılı, başka hiçbir şeyden değil, sadece ama sadece, birgün bu baskılar sona erdiğinde hoca efendilerin bu memleketin hayrı­na söyleyecek sözlerinin kalmayacağı İhtimalinden endişeleniyo­rum.

Unutmayalım ki korku hiçbirşey, samimiyet herşeydir.