BIST 9.550
DOLAR 34,54
EURO 36,01
ALTIN 3.005,46
HABER /  GÜNCEL

Arslan'ı Star'dan Ataklı kurtarmış

Ayşenur Arslan yazı dizisinin son bölümünde Star'daki kabus dolu günlerinden nasıl kurtulduğunu yazdı. Arslan, kendisini Star Grubu'ndan kurtaran Ataklı'ya minnettar.

Abone ol

Ayşenur Arslan'ın uzun bir süredir Radikal 2 için kaleme aldığı "Medyanın Yakın Tarihi" adlı yazı dizisi tamamlandı. Arslan, TRT'den başlayıp, sırasıyla Güneş, Nokta, ATV, Star ve NTV'deki anılarını kaleme alırken  bir bakıma memleketten medya manzaralarını da gözler önüne sermiş oldu.

Ayşenur Arslan'ın belki de en çok sıkıntı yaşadığı Star Grubu'ndan kurtuluş öyküsüyle tamamladığı yazı dizisinin son bölümü en az ötekiler kadar ilginç:

Melih Cevdet kim? Kenya nere?...

3 Kasım seçimlerinden sonra Can Ataklı Star'ın anchorman'i oldu. Mete Çubukçu yakın tarihin bütün savaşlarını izledi.

Star, 30 yıllık medya serüveninin en zor durağı olmuştu. O duraktan beni "kurtaran"sa, hayatımda tanıdığım en ilginç insanlardan biri, Can Ataklı'ydı!


29/08/2004 (68 defa okundu)

AYŞENUR ARSLAN
Star Haber 24'e, program yapıp boşluk doldursun diye çağırmıştım Can Ataklı'yı. Yakın dostu Rauf Tamer de, "Kuruma bir kez gir, gerisi sonra gelir" diye yüreklendirmişti o dönemde. Can Ataklı, işte böyle, bir geldi pir geldi! 3 Kasım seçimleri sonrası Star İcra Kurulu, ana haberi Can Ataklı'nın sunmasını kararlaştırdı ve kararı bana "tebliğ" etti.
Ülker Pınarbaşı ve ben, Star'da öyle şeyler yaşamıştık ki, doğrusu bülteni kimin sunacağı bile ilgilendirmez olmuştu bizi.
Can Ataklı işe başladı. Ama bir sorunu vardı: Ücreti... Habire odama gelip, "Koskoca Can Ataklı'ya bu para verilir mi!" diye yakınıp duruyordu. Sonunda bir gün, dayanamayıp patlamıştım: "Can, farkında mısın bilmiyorum ama sen bunları, senin aldığın parayı almayan yöneticine, 'koskoca' Ayşenur Arslan'a söylüyorsun!"
"Haklısın ama" demişti, "Ben ekrana çıkıyorum. Bir adım, tanınmış bir yüzüm var. Benden öncekilere bu kadar vermiyorlardı herhalde."
Aslında belki de haklıydı. Çünkü medya patronları, yatırımlarını hep ekran yüzlerine yapmamış mıydı! Onlara, milyon dolar transfer paraları, -en azından 2000 krizine kadar- yüz bin doların altına inmeyen maaşları verirken, "mutfaktakileri" hep unutmamış mıydı!
O yüzlerin yanıbaşındakiler. Cephelere gönderilen, kızgın sıcak ya da dondurucu soğuk altında saatlerce olay peşinde koşan muhabirler/kameramanlar, montaj odasında gün ışığını unutanlar... Hepsi bir kalemde silinip, her şey tek bir "yüz"ün hesabına yazılmamış mıydı! Ve o "yüz"ler de sonunda, gerçekten kendilerini başarının tek sahibi zannetmeye başlamamış mıydı! "Koskoca" Can Ataklı'nın ne eksiği vardı sanki! Haklıydı vallahi! Ne yazık ki, geçmişte olduğu gibi o günlerde de trajikomik olan, yalnızca bu değildi. Ekranda, gizli bir savaş yaşıyorduk.
Önce Can Ataklı'nın sunduğu bizim bülten geliyordu ekrana. Hemen ardından da Reha Muhtar'ın sunduğu, "hayatın içinden" benzeri bir adı olan program.
Hem Reha hem de yönetim, bültenimiz hiç olmasa ne kadar sevineceklerini hiç saklamıyordu. Bültenimizin süresi de kısaldıkça kısalıyordu. Bir gün, dayanamayıp, yönetime yazdığım bir yazıyla isyan etmiştim! "Yarım saatlik 'ana' bültenimizde şu haberleri veremedik: Recep Tayyip Erdoğan'ın Brüksel temasları, Kenya'daki çifte saldırıdaki gelişme, Melih Cevdet Anday'ın ölümü, Mustafa Sarıgül'ün CHP'ye geçme kararı... Star seyircileri, bu haberlerden haberdar olamadı belki, ama neyse ki, daha sonra, Telli Baba'nın erkek değil kadın olduğunu öğrendi! Sevgilisini bir başka kadınla görünce ortalığı birbirine katan kadınla tanıştı!.. Vs, vs, vs. Üzüntümü ve mesleğim adına hayal kırıklığımı ifade edecek kelime bulamadığım için, sadece 29 Kasım 2002 'durum özetini' aktarmakla yetiniyorum.."
Aslında, bugün geri dönüp bakınca, onca yaşadıklarıma rağmen hâlâ (hadi kendime salak demeyeyim de) bu kadar naif olabildiğime şaşırıyorum. Star'da çalışıyor, hatta bir bakıma "rehin" tutuluyordum. Kurumun başındakiler de, anlayışları da ortadaydı. Ve ben hâlâ "haber de haber" diye tutturuyordum..
Hakan Uzan ve yöneticileri, Kenya'daki terör saldırılarından haberdar mıydı! Melih Cevdet Anday'ın kim olduğunu biliyorlar mıydı! Kimin umurundaydı bunlar!
Ana Haber sunucumuz, yani -aslında pekçok kişinin yanlış anladığı bir kavramla- anchorman Can Ataklı bile, ekrana çıkıp "Yakın ahbabı Derya Tuna'nın karda nasıl da kayıp düştüğünü" anlatmıyor muydu!
Arkadaşlarım, her defasında bütün bunları hatırlatıyordu bana. Ben de her defasında onlara hak veriyordum ama sonra yeni bir şey oluyor ve benim ezberim yine bozuluveriyordu. Medyayı, haberi, yaptığım işi ciddiye almak gibi bir "hastalıktan" kurtulamıyordum bir türlü.
O medya beni oradan oraya savursa da, ödülleri, parayı, övgüyü
"başkalarının" hesabına yazıp, bana yorgunluktan başka bir pay bırakmasa da, akıllanamıyordum! Can Ataklı'nın sunduğu Star Ana Haber için bile hem kendimi hem de başta haber merkezinin sorumluluğunu sırtlayan sevgili Ülker olmak üzere, yakın arkadaşlarımı paralıyordum.
Çünkü hem işimi ciddiye alıyordum hem de bunu yıllarca omuz omuza vererek oluşturduğumuz bir "haber anlayışına" karşı borç biliyordum.
Yakın tarihin bütün savaşlarına tanık olmuş, yıllarını ve enerjisini bir cepheden diğerine ölümle burun buruna harcamış Mete Çubukçu'ya borçluydum. Ona eşlik eden kameramanlara, Vito'ya, Mustafa Şap'a borçluydum. ABD Afganistan'ı bombalarken Pakistan'dan yayın yapan, El Kaide'ye yakınlığıyla bilinen bir örgütün liderinin "Başını örtmezse yayına çıkmam" tehdidine, "Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin kadınıyım. Başımı örtmem. İstemiyorsa çıkmayabilir" diye yanıt veren ve sonunda o lidere boyun eğdirip "başı açık" yayına alan Seda Erden'e borçluydum. Bunu, o günlerde ekibimizden uzağa düşmüş olsa da, Onno Tunç'un uçağını aramaya çalışırken Uludağ'da donarak ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Mehmet Güç'e borçluydum.
Onlar ve yöneticisinden genç muhabirlere, pek çok kişi, ne çabalarla bir "dil" kurmuştuk. İşte o dile borçluydum. Bu yüzden, anlamsızlığını bile bile koşturuyordum. Neyse ki, "şafağa" sayılı gün kalmıştı! Can Ataklı, Haber Merkezi'nin başına gelecekti.


En korkulan kişi
Haberi veren, Cem Uzan'ın liseden en yakın arkadaşı, Star'da da en güvendiği yardımcısı, Engin Saydam'dı. Hem bu özelliği hem de kişiliğiyle Star'ın "en korkulan kişisi" olmuştu. Ama bana göre, Cem Uzan ve kurum için "varedilmiş" ve hayatını bütünüyle o varlık nedenine adamış bir "mekanizma"ydı. Paranın idaresi, yani "güç" ondaydı. Haberden anlamadığını itiraf eder, bu nedenle karışmazdı. Yalnızca bir kez, "hayatımın esprisi" haline gelen bir olay için devreye girmişti.
Beni odasına çağırmıştı. Çünkü söyleyecekleri, telefonda anlatılamayacak kadar gizli ve önemliydi. Merakla gitmiştim. "Tansu Çiller'i hemen arayıp, bunu Cem Uzan'ın talimatıyla yaptığınızı özellikle belirterek yayına davet edeceksiniz". "Mümkün değil" demiştim, "Bir kere benim, hemen arayıp bulacak kadar bir samimiyetim yok Tansu Çiller'le. Üstelik, Cem Uzan'ın talimatıyla yayına çağırdığımı söylemem, yalnızca beni değil, Cem Uzan'ı da küçük düşürecek bir şey olur." "Ama bunu söylemeniz çok önemli.." "Söylemenin başka biçimleri vardır. Zaten herhalde, bayram değil seyran değil yayına çağrılmasının, Cem Uzan'ın daveti olduğunu anlayacak kadar akıllıdır.." Konuşa tartışa, sonunda ikna etmiştim. Ve Çiller, Star Haber'e canlı yayın konuğu olmuştu.
Hayatıma bu ve benzeri pek çok anekdotla giren Engin Saydam'ın benim için bir önemi daha vardı: Bütün sözleşmeler gibi, benim sözleşmem de onun kasasında duruyordu. Ve diğer arkadaşlarımıza olduğu gibi, bana da sözleşmenin bir kopyasını, bütün ısrarlarıma rağmen vermemişti.. "Olmaz" da demiyordu. Ya bulamıyordu ya da aramayı unutmuş oluyordu! Ve böylece diğerleri gibi, beni de Star'da elleri kolları bağlı, "rehin" tutuyordu.. İşte o Engin Saydam, bu kez, beni "sonunda özgürleştirecek" haberi vermişti: "Can Ataklı, Haber Merkezi'nin başına geçecek.." "Sizin açınızdan çok isabetli olur" demiştim, "Ama benden onunla birlikte çalışmamı isteyemezsiniz. Star'da pek çok şey yapmak zorunda kaldım. Bunu yapmayacağım."
Normalde göstermesi gereken tepkiyi göstermemesinden, çoktan gözden çıkarıldığımı anlamıştım. Açıkça ifade etmese de, beklediğim "müjdeli haber" de aslında işte buydu. Nihayet, sözleşme tehdidiyle defalarca yolumun kesildiği Star'dan ayrılabilecektim. O sevinçle yerime döndüm. Durumu önce yakın arkadaşlarıma, sonra da Can Ataklı'ya aktardım. İlginçtir, arkadaşlarım hiç şaşırmamıştı bu gelişmeye. Ama her nedense Can Ataklı pek şaşırmışa benziyordu! "Hay Allah" dedi, "Sen ne düşünüyorsun peki!" Engin Saydam'a söylediklerimi birebir aktardım. İşte buna şaşırmamıştı! Doğrusu, sonraki teklifine de ben şaşırmamıştım. "Eğer gitmek istiyorsan" demişti, "Yardımcı olurum. Elimden geleni yaparım."
Gerçekten de Star'dan gitmemi o kadar istiyordu ki, bu konuda bana yardımcı olabilmek için hiçbir fedakârlığı esirgemedi! Ve ben, ardımda bir yandan çok sevgili arkadaşlarımı, ama bir yandan da kabus gibi bir dönemi bırakarak Star'dan ayrıldım. Sevgili Cem Aydın'ın çağrısıyla NTV'ye gittim.
NTV, Star'dan sonraki durağımdı, ama medya serüvenimdeki "son durak" olmayacaktı..


Üç nokta yanyana
Yıllar önceydi. Beşiktaş'taki nüfus memurluğunda bir evrakın peşindeydim. Görevli bir kadın, "Merhaba" dedi, "Siz Ayşenur Arslan'sınız değil mi?" "Evet" dedim, ama panik halindeydim. Hain hafızam bana yine oyun oynuyordu, çünkü kadını hatırlayamıyordum. "Kusura bakmayın ama çıkartamadım bir türlü. Nerede tanışmıştık?" "Tanışmıyoruz" dedi, "Ben sizi televizyondan tanıyorum." Çok şaşırmıştım. Beni tanıyorlar, öyle mi!
Kendi adıma şöhrete, en çok bu kadar yaklaştım! Ama, 30 yıl boyunca sayısız şöhret tanıdım, pek çok kişinin de adım adım o çizgiye ulaşmasına tanık (hatta komik ama yardımcı) oldum. Onlarla birlikteyken, şöhretin ve şöhretle birlikte gelen paranın, nasıl da -pek azının taşıyabildiği- ağır bir yük olduğunu gördüm.
Diziyi noktalarken, "onlardan" söz etmeyeceğim. Çünkü onlar, çoktan, dostlukları/duyguları/vefayı arkalarında bırakıp bir başka gezegene göç ettiler. Orada, "aynı türden" varlıklarla birlikte bizim anlamayacağımız bir dil konuşuyorlar. Onları "o eski, sıradan insanlar oldukları günlerden" tanıyan, bu yüzden de o günleri "hatırlatan" bizleri unutmaya çalışıyorlar.
Doğrusu, ben de onları unutmaya çalışıyorum. Bu yüzden, ben bu dizide "gerçeği", "yalnızca gerçeği" yazdım ama itiraf etmeliyim, "bütün gerçeği" yazamadım. Anlatamadıklarım, ya "çok özeldi" ya da gerçek olduğuna inanmak için "fazla çirkin"..
O çirkinlikler medyanın ve yüreklerin "gizli tarihine" emanet olsun, ben birkaç teşekkürle izninizi rica edeyim: 30 yıllık bir serüvende acı tatlı pek çok şey paylaştığım bütün dostlarıma... En çok da, canım Baki Şehirlioğlu ve sırdaşım Ülker Pınarbaşı'na... Elbette, anılarımı paylaşma fırsatı veren Tuğrul Eryılmaz ve Radikal İki ekibine teşekkür ediyorum.
Dizi bitti.. 30 yıl 15 Kasım 2004'te bitiyor... Ama serüven devam ediyor... Görüşmek üzere...

Yazı: Ayşenur Arslan

Kaynak: Radikal 2