Yıllık iznini Atina'da kullanan Engin Ardıç oralardan bağırdı: Sizi erkek müsveddeleri sizi...
Abone olSabah yazarı Engin Ardıç, kendisine sataşan okuyuculara Atina'dan yanıt verdi: Erkek müsveddeleri. Yıllık iznini Atina'da kullanan Ardıç, bugünkü açtı ağzını yumdu gözünü:
- Bendeniz hayatta hiçbir şeyin ortasını bulamadığım için ya hiç evden çıkmıyorum, ya da çıkınca Avrupa'ya gidiyorum efendim...
Bu sefer de memleketimin zehirli havasından kaçtım, Atina şehrine salimen vasıl oldum. Alt tarafı bir saat yol...
Hava şurup gibi. Sonbahardan kalma... Ağaçların yaprakları bile yerli yerinde... Millet "montla" dolaşıyor.
Şu anda Avrupa'da adım atılacak iki yer var, biri Atina, biri de İstanbul. Diğerleri kıştan kırılıyorlar.
Ya da Santiago, Buenos Aires, Rio de Janeiro... Sydney'e gidilmez, orası da aşırı sıcak.
Bakalım, önümüzdeki hafta da İstanbul'a uğrarım belki!...
Bunları özellikle yazdım ki, it kopuk Internet'te bana küfür etsin, "emekçi halkım şuradan şuraya gidemiyor, hükümet yalakası Avrupa'da geziyor" desin...
Edin edin, "blogcu" serseriler. Etmemezlik etmeyin... "Sanal ortamlarda" üç cümlesi yayınlandı diye adam sırasına girdiğini sananlar, Andy Warhol'un deyimiyle "on beş dakikalığına" ünlü olanlar... Edin edin, heyecanlı oluyor... Yazısının altına imzasını atamayan şeref yoksunları... Erkek müsveddeleri...
Nasıl hoşunuza gidiyor değil mi, bayılıyorsunuz, "herif bizi ciddiye aldı, cevap verdi" diye mutlu oluyor, kızdığımı sanıyorsunuz.
Hayır, kızmış gibi yapıyorum, aslında hiç kızmıyorum. Yazı konusu çıkıyor.
Nasıl kızabilirim ki, bugün mükemmel bir patlıcan musakka yedim, Dallaras'ın son konserinin DVD'sini aldım (etine dolgun Aspasia Stratighou nam hatun iyice açılmış saçılmış ama bir de esmer güzeli Sofia Papazoğlu var ki tadından geçilmez)... Uzun süredir aradığım Dallaras'ın babası Lukas'ın eski kayıtlarını da buldum üstelik... Sotiria Bellou'nun "toplu eserleri" de cabası.
Hepsinden önemlisi, Nikos Ksilouris'in dul eşiyle tanıştım.
Yanlış anlamayın, yengeniz de yanımda.
Beni kimse getirmedi, kendim geldim. Cebimden harcıyorum. Kaldığım otelin faturasında "yazılarında reklamımızı da yapar" şeklinde bir madde yok. Sağda solda beleşe yiyip içip dönünce yaltaklananlardan değilim.
Kafamı gözümü yara yara çat pat Rumca da konuşuyorum, hayat çok güzel.
Hayatın güzel olduğunu ille yurt dışına çıkınca mı anlamak durumuna düştük yahu?
Internet olmasa hayat daha da güzel olacak.
Telefon da etmeyin, açmıyorum, tamam mı? Hiçbir bankadan kredi mredi istemiyorum, indirim derdim de yok, beni zırt pırt rahatsız etmeyin.
Internet'ten kurtuluş olmadığı için "yalnız ve güzel memleketime" bakıyorum...
Siyaset tıkanmış, çözüm aranıyormuş...
Siyaset niçin tıkansın bre salak, tıkır tıkır işliyor... Bir siyasi zavallı "iktidar partisinin oyları düştü" diye ortaya bir kıtır atınca öyle olması mı gerekiyor? "Velev ki" öyle olsa, hemen erken seçim mi gerekir? Senin tuttuğun parti seçimi kazanamayınca siyaset mi tıkanıyor?
Acaba yanlış mı yaptık, büyük adam sayılmak için yıllarca hokkabazlık edip sonra da bir ayağımız çukura girince "şeriat tehlikesi yokmuş, darbe kötüymüş, çözüm sandıktaymış, seçimle gelen seçimle gidermiş" hidayetine mi ermek gerekirdi? Türkiye'de her şeyin "sonradan olanı" makbuldur.
Hayat güzel. Burada adım atsan ayağın sızma zeytinyağına batıyor, içim dışım vıcık vıcık zeytinyağı oldu, Haşmet kulakların çınlasın.