Engin Ardıç, kimse tarafından anlaşılmamaktan dert yandı. Ardıç, Atatürk'le ilgili yazıdığı yazısını, bu sefer sadeleştirdi.
Abone ol Engin Ardıç, anlaşılmamakta dert yandı. Bunun üzerine kaleme aldı. Ardıç, Atatürk'le ilgili yazısını bu sefer daha basit yazdı.Yazı : Engin Ardıç
Kaynak:
Türkiye'de, bir yazı yazılır, sonra 'o yazıda şunu demek istemedim, bunu demek istedim' diye bir yazı daha yazılır.
Çünkü, Çetin Altan'ın deyimiyle, 'bizim bazı okurlarda, okuduğunu kıçından anlama eğilimi vardır.'
Örneğin, bazı feministlerin 'erkekler gibi ayakta işeme özlemi duymalarıyla' dalga geçersin, dıngıl çıkar bunu 'televizyondaki kadın programlarını eleştirdi' diye yorumlar...
Dalkavuklar hakkında yazarsın, iki arkadaşına da 'pas' atarsın. Bu elbette, 'siz de okuyun, siz de benim gibi çok güleceksiniz ve hatta kendi yazılarınızda da bu konuya yer vereceksiniz' demektir, bunu tutarlar 'onlara da dalkavuk dedi' şeklinde algılarlar.
İşte en son şu kağnı meselesi...
Bre budala, elbette Atatürk'e karşı değilim... Atatürk'le, hele dalga geçmeyi, bırakın yazısını yazmayı, aklımın köşesinden bile geçirmek haddime düşebilemez!
Ama bak, 'Atam sen kalk da ben yatamcılarla' fena halde dalgamı geçerim ha...
Yaptığımız da alt tarafı dalga geçmek, bunları 'keselim' demedik.
Atatürk'ün Samsun'a gitmiş olmasıyla dalga geçmiyorum, elbette bunu her yıl 'hacı şenliği' gibi tekrarlamaktan zevk alanlara laf ediyorum.
Kağnı yazısında anlatmak istediğim, eleştirdiğim, elbette, Atatürk'ün Sakarya çarpışmaları öncesinde halkın elinde bulunan malzeme ve gıda maddelerinin bir kısmına el koymuş, cepheye kağnılarla cephane taşımayı onlara mecbur kılmış olması değildi.
Hemen ve çok açık söyleyeyim: Başkomutan olsaydım ben de öyle yapardım. Az bile yapmış. O yüzde kırkını almakla yetinmiş, ben yüzde altmış yetmiş alırdım. Çünkü gerçekten bir ölüm kalım savaşı veriliyordu ve biz kazandık. Bu yaptırımın, bu 'zoralımın' kazanmamıza büyük etkisi, büyük katkısı oldu.
Benim altını çizmek istediğim şu: Bu konuda bir 'mitoloji' yaratıldı ve bizlere, yıllar boyunca ve kuşaklar boyunca, halkın bu işi 'gönüllü' yaptığı öğretildi. Hani şu ayışığı altında sırtında top mermisi taşıyan köylü kadınları... Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru... (Demek ki zoralım, yalnız 1921 yılında değil, 1922 yılında da yürürlükteymiş...)
Aralarında elbette gönüllü yapanlar da vardır. Ancak 'tekalif-i milliye' adı altında bir 'kanun kuvvetinde kararname' çıkarılmıştı ve kanunu çiğneyecek olanları yargılamak üzere İstiklal Mahkemeleri hazırdı. Kararlarının temyizi yoktu. Kararlar genellikle ya beraat ya idam şeklinde çıkıyordu.
Atatürk'ün bir üvey babası ve üvey kardeşleri olduğunu yazdığımda da kıyametler kopmuştu.
Amacım elbette ona çamur atmak değil, onun da bizim gibi bir insan olduğunu hatırlatmaktı. Seven, sevilen, üzülen, kızan, içki içen bir insan.
Onu ille de 'insanüstü, tanrısal bir varlık' olarak görmek isteyenler ateş püskürdüler.
Bir tek cümleyle özetlemek istiyorum:
Atatürk'ü ahmaklıkla savunmaya çalıştığınız sürece hem ona ihanet ediyorsunuz hem de Atatürk düşmanlarının ekmeğine yağ sürüyorsunuz.
Ama bunu da kaç kere açık seçik yazdık be kardeşim, ille dön baba dönelim tekrar mı edeceğiz?
Son bir cümle daha yazayım:
Bazı şeriatçılar öküzdür, ama ne yazık ki bazı Kemalistler daha da öküz.