BIST 8.619
DOLAR 34,30
EURO 37,44
ALTIN 3.021,41
HABER /  DÜNYA

Ana akım Amerikan medyasında Rusya neden gündemden düştü?

Eski ABD Başkanı Trump’ı her fırsatta Rusya’ya yumuşak ve tavizkar davranmakla suçlayan medya, halefi Biden’nın Rusya ile uzlaşı arayan siyasetine daha farklı bir yaklaşım sergiliyor.

Abone ol

Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın siyasetinin merkezinde küreselci güçlere karşı Amerikan halkının çıkarlarını savunmak yer alıyordu. Küreselci elit karşıtı bu milliyetçi-popülist siyasetin hayata geçirilmesi için ortaya konan grand strateji ise iç siyasette Amerikan orta sınıfının küresel büyük şirketler, Washington siyasi eliti ve ana akım medyanın oluşturduğu iktidar bloğuna karşı korunması ve güçlendirilmesini öngörüyordu.

Uluslararası siyasette ise ABD’nin ticari açık verdiği, Amerikan şirketlerinin dış yatırımları sebebiyle iş kaybı yaşadığı ve ekonomik büyümesiyle ABD’nin küresel liderliğini sarsan Çin’in durdurulması ve zayıflatılması amacını gütmekteydi. Milliyetçi-popülist siyaseti pratiğe döken grand strateji, aynı zamanda ABD’nin özellikle Avrupalı müttefiklerinin güvenliklerini sağlamak için ellerini daha fazla ceplerine atmasını ve ülkeye masraf çıkaran uluslararası kurumlardan çıkmayı ve anlaşmalardan çekilmeyi öngörmekteydi.

Bunlara ek olarak, Trump uzunca bir süre göz ardı edilen sanayi-teknoloji altyapısının güçlendirilerek üretim artışı sağlanması ve Çin’le rekabet edilebilmek için bir dizi program başlatma kararı almıştı. Bir süredir işsizlik rakamlarının tırmandığı ülkede istihdam sağlayacak bu hamle, Amerikan orta sınıfının pek hoş görmediği yabancıların, özellikle Orta ve Güney Amerikalı göçmenlerin ülkeye göçünün engellenmesini de kapsıyordu.

Trump’ın Rusya politikası

Trump’ın milliyetçi-popülist siyasetini gerçekleştirmeye odaklanan grand stratejisi ABD’li küreselci eliti ve Çin’i hedef tahtasına koyuyor, Avrupalı müttefikleri ve göçmenleri ise dışlıyordu. Trump’ın grand stratejisi Rusya’ya karşı ise herhangi olumsuz bir tavır içerisinde değildi. Bunun başlıca sebepleri arasında Rusya’nın ABD’ye ekonomik bir maliyet üretmemesiydi. Askeri-stratejik açıdan ise Rusya’nın materyal kapasite artırımı içerisinde olmaması ABD’yi güvenlik açısından endişelendirmiyordu. Öyle ki Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesi, Donbas’ın doğusunda Rus ayrılıkçıları desteklemesi, Suriye’de Esed rejimine arka çıkması, nükleer güç olma peşindeki İran ile yakın ilişkileri ve Doğu Avrupa’yı tehdit etmeye devam etmesi ABD açısından pek önemsenmiyordu. Rusya’nın nüfuz alanını genişletmesine göz yumuluyordu. Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in küreselcilerle başının pek hoş olmaması bir bakıma Rusya’yı Trump yönetiminin doğal müttefiki haline getirmekteydi. Trump, Rusya başta olmak üzere diğer birçok ülkeye küreselcilerin izlediği demokrasi ve özgürlükler üzerinden baskı uygulanmasını öngören liberal müdahaleci siyaseti benimsemiyordu. Elbette, Çin’in hedef tahtasına konduğu bir durumda Rusya’nın ABD’nin yanına çekilmesi ya da en azından Çin’e doğru itilmemesi de gerekiyordu. Bunun için Rusya ve Putin yönetimiyle ortak bir anlaşma zemini bulmak, itişip kakışmamak ve saldırgan tavırlarına bir dereceye kadar göz yummak önem arz etmekteydi.

Trump karşıtı ABD’li küreselci elit açısından Trump’ın Rusya’ya yönelik bu ılımlı politikası hükümetin yumuşak karnıydı. Küreselci elit bir taraftan Amerikan orta sınıfının tarihi Rus-Sovyet karşıtı milliyetçi duygularını harekete geçirmeye çalışıyor, hükümetin tarihi düşmana yönelik “tavizkar” bir dış politika takip ettiği tezini işleyerek Trump’ı can evinden vurmaya çalışıyordu. Gerçekten de Amerikan orta sınıfının Trump’a olan siyasi desteğinin zayıflatılması için bundan daha iyi bir siyaset olamazdı. Diğer taraftan, Rusya’nın Amerikan toplumunun siyasi temelini oluşturan demokratik ve özgürlükçü değerlerin anti-tezi olduğunu, Trump’ın “otokrat” Rusya ile yakın ilişkiler kurarak ya da yeterince sert bir dış politika izlemeyerek Amerikan toplumunun değerlerini hiçe saydığı ve ülkeye büyük zarar verdiği iddialarını gündeme taşıyordu. Bu ideolojik salvoların etkinliğinin artırılması için medyada ve siyaset kulislerinde sürekli işlenen konu ise Rusya’nın Trump’ın kazandığı 2016 Amerikan Başkanlık Seçimlerine müdahale ettiğiydi. 12 Rus istihbarat görevlisinin aktif bir şekilde toplumun algısını Trump lehine değiştirecek şekilde seçimlere müdahale ettiği iddia ediliyordu. Ayrıca, Trump yönetimini oluşturan bazı isimlerin Rusya ile olan bağları üzerinden hükümete ve Trump’a ağır eleştiriler yöneltilmekteydi.

Bu eleştiriler 2018’de Helsinki zirvesinde Trump ve Putin’in düzenlediği ortak basın toplantısında, Trump’ın 2016 Başkanlık Seçimlerine yönelik Rus müdahalesinin varlığını iddia eden kendi ülkesinin istihbarat birimlerinden ziyade Putin’e güvendiğini söylemesiyle en uç noktaya taşındı. Senato’da Demokratların Çoğunluk Lideri ve New York senatörü olan Chuck Schumer Trump’ı Rusya’nın çıkarlarını kendi ülkesinin çıkarlarının önüne koymakla eleştirmekteydi. Schumer ayrıca Trump’ın Rusya’nın agresif politikalarından ABD’yi sorumlu tuttuğunu ileri sürüyordu. Yine, eski başkanlardan Barack Obama döneminde CIA Direktörü konumunda bulunan John Brennan ise Trump’ı vatana ihanet etmekle suçlamaktaydı. Bu koroya Cumhuriyetçilerden de katılanlar oldu. Washington siyasi elitinin önemli unsurlarından Arizona senatörü müteveffa John McCain Trump’ı otokratlara sempati duymakla eleştiriyordu. Trump’ın Putin gibi kurt bir siyasetçi karşısında naif ve çocukça tavırlar sergilediğini dile getirerek başkanlık koltuğu için yetersiz olduğunu ileri sürmekteydi. Cumhuriyetçi Parti’nin Illinois eyaleti Temsilciler Meclisi üyesi Adam Kinzinger da Putin’in ABD’nin dostu değil, düşmanı olduğunun altını çizerek Trump’ın dış politikasının gayrimeşru olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca, Rusya’nın 2016 başkanlık seçimlerine müdahalesinin kesin olduğunun, meselenin tartışılacak bir tarafının olmadığının altını çizmekteydi. Trump’a yakınlığıyla bilinen Cumhuriyetçi Parti Güney Carolina Senatörü Lindsay Graham ise iki liderin basın toplantısını ABD için talihsiz bir gün ve dış politikada zayıflık göstergesi olarak tanımlayarak Trump’ı sert bir şekilde eleştirmekteydi.

Tüm bu suçlamalar karşısında Trump küreselci eliti, yaşadıkları büyük hezimet sebebiyle 2016 seçimlerine şaibe karıştırmaya çalışmakla, yani hazımsızlıkla suçluyordu. Özel yetkili savcı Robert Mueller’in seçimlere Rus müdahalesini araştıran soruşturmasını “cadı avı” olarak yaftalıyordu. Aynı zamanda, Rusya’nın kendisinin yerine rakibi Hillary Clinton’ın ABD Başkanı seçilmesini tercih edeceğini, çünkü Clinton’ın ABD’yi askeri açıdan zayıflatacağını iddia etmekteydi. Rusya üzerinden kendisine yöneltilen eleştirileri dikkate almayarak G7’nin, aralarında Rusya’nın olduğu dört ülkeyi (Avustralya, Güney Kore ve Hindistan) daha üyeliğe alarak G11’e dönüştürülmesini teklif etmekteydi. Bu ülkelerin ortak özelliğinin Çin’in kuşatılması için köşe taşı konumundaki ülkeler olması dikkat çekiyor.

Biden’ın grand stratejisi

Trump’ın Rusya’ya yönelik en sert hamlesi Rusya’nın anlaşmayı deldiğini iddia ederek nükleer silahların sınırlandırılması anlaşmasından çekilmesiydi. Sonuç olarak Trump, rakiplerini Rusya’nın ABD için asıl tehdit olmadığına ikna edemedi. Ve Kovid-19 pandemisinin etkisiyle kötüleşen ekonomik şartlar ve kriz yönetimi konusundaki savrukluğu nedeniyle 2020 Başkanlık Seçimini kaybetti. ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden “Amerika’yı yeniden oyuna döndürmek” sloganı etrafında dış politikasını şekillendireceğini beyan etti. Amerikan önceliğine (primacy) dayanan bu liberal siyasetin izlediği grand strateji ise Trump’ın izlediği grand stratejiden belli açılardan farklılaşsa da ciddi devamlılıklar içerdiğini de belirtmek gerekir. Elbette küreselci elitin ülkedeki hakimiyetinin devam ettirilmesi Biden için bir öncelik konumunda. Ancak Amerikan siyasetinde Trump fenomenini yaratan orta sınıfın zayıflamasına çözüm bulmak için Biden’ın hemen kolları sıvadığı da bir gerçek. Biden göreve gelir gelmez işsizlikle mücadele, ekonomik şartları iyileştirme ve altyapıyı yenileme adına milyarlarca dolarlık teşvik paketi açıkladı. Yine, geçtiğimiz ay düzenlenen NATO zirvesi öncesi Londra’da Boris Johnson ile yaptığı ikili görüşmede ABD ve Batılı ülkelerin sanayi-teknoloji altyapısının güçlendirilmesi için müttefiklerin ellerini cebine atması gerektiğini ve ortak hareket etmenin önemini dile getirdi. Aynı dönemde küresel şirketlerin yüzde 15 oranında vergilendirilmesi kararının alınmasının da hiç şüphesiz Batılı ülkelerdeki gelir adaletsizliği ve bunun ürettiği popülist siyasetle mücadeleye yönelik atılan bir adım olduğunu belirtmek gerekir. Tüm bu hamleler küreselci elitin popülist tehdidi olabildiğince ciddiye aldığını gözler önüne seriyor.

Dış politikada Trump ABD’nin tek başına ve liberal kurumsal düzenden bağımsız bir şekilde daha güvende olacağına inanıyordu. ABD ile beraber hareket edecek ülkelerin de özellikle Avrupalı müttefiklerin ve Ortadoğulu otoriter rejimlerin daha fazla maddi fedakarlıkta bulunması gerektiğine inanıyordu. Biden, Trump’a oranla müttefiklerle daha yakın ilişki geliştirilmesinin ve liberal uluslararası kurumsal yapının ayakta tutulmasının ABD’nin güvenliği ve çıkarları için daha tercih edilir bir politika olarak görüyor. Bu politikanın zeminini ise güvenlik ve ekonomik gerekçelerden ziyade demokrasi ve özgürlükler gibi değerlerin korunmasına dayandırıyor. ABD’nin başını çektiği ittifakın zemininin demokrasi ve özgürlükler gibi değerlerde ortaklaşma olduğunu iddia ediyor. Uluslararası siyasetin demokratik ülkeler ile otoriter ülkeler arasındaki kapışma tarafından belirlendiği tezini öne sürüyor. Londra’da düzenlenen zirvede Biden, demokratik ülkelerle ittifak kurmak istediklerini dile getirdi ve her ne kadar ittifakın bir ülkeyi hedef almadığını söylese de Çin’in ima ettiği gözlerden kaçmadı. Avrupalı müttefiklere yapılan, özellikle Kuşak-Yol projesi göz önüne alınarak, Çin ile aranıza mesafe koyun baskısı ortadaydı. ABD ile Çin arasında Biden’ın göreve gelişinin ardından yaşanan bir dizi diplomatik kriz ve sözlü atışmalar hedefte kimin olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Trump gibi Biden’ın da ABD’nin en büyük rakibinin Çin olduğunu düşündüğü oldukça açık. Trump Çin’in kapasite artırımı nedeniyle ABD’ye çok yakın bir gelecekte ve daha da açıktan askeri olarak meydan okuyacağına inanıyordu. Trump için Çin’i ABD’ye tehdit kılan unsur materyal kapasitesindeki orantısız ve hızlı artıştı. Milliyetçi-popülist bir ideolojik çerçeveden siyaset yapan Trump, Çin’i Amerikan halkının düşmanı olarak görüyordu. Biden için ise Çin’in tehdit kılan unsur Çin’in demokrasi ve özgürlükler konusundaki kötü karnesi. Hong Kong ve Tayvan’a yönelik müdahaleci siyaset ve ülkenin en büyük azınlık grubu olan Uygur Türklerine uygulanan asimilasyon politikaları üzerinden kesintisiz bir şekilde Çin’e yükleniyor.

Trump için siyaset ekonomiden önce geliyordu, Biden için ise durum tam tersi. Biden açık ekonomiyi savunuyor, en azından Batı dünyası içerisinde. Trump Amerikan orta sınıfı temelli bir siyaset izlerken, Biden Amerikan eliti merkezli bir siyaset izliyor. Siyasetlerindeki bu toplumsal zemin ayrışması iki başkanın farklı grand stratejiler izlemesine ve farklı ideolojik söylemlerin benimsemesine sebep oluyor. Ancak sonuçta her iki başkan için de farklı gerekçelerle de olsa en büyük tehdit konumundaki ülke Çin.

Biden’ın Rusya politikası

Bunun yanı sıra, liberal bir siyaset takip eden Biden’ın Rusya’ya karşı açıktan tavır alması beklentiler arasındaydı. Geçtiğimiz Mart ayında Biden’ın Rusya’nın 2020 seçimlerinde aleyhinde propaganda yaptığını belirterek Putin’i “katil” şeklinde adlandırması bu beklentileri karşılar nitelikteydi. Bunun yanı sıra Biden bir süredir, Rusya’nın istihbarat toplamak amacıyla sürekli ABD’ye siber saldırıda bulunduğunu ve ülkenin iç işlerine müdahale ettiğini dile getiriyor. Putin yönetiminin Aleksey Navalnıy gibi rejim karşıtı figürleri haksız yere hapse attığını, demokrasi ve insan haklarını ayaklar altına aldığının altını çiziyor. Ukrayna’ya yönelik yayılmacı politikası karşısında ise egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı açıklamaları yapıyor.

Fakat öte yandan, son NATO zirvesinde iki ülke lideri uzunca bir süre baş başa görüştüler. ABD tarafı 2018 Helsinki zirvesinde yaşanan “skandalın” tekrar etmesi korkusuyla ortak basın toplantısı yapılmasını istemedi. ABD askerlerinin çekilmesi sonrası Afganistan’ın durumu, İran’ın nükleer silah programı, kutup bölgesine yönelik politikalar ve iklim değişikliği gibi konularda Biden ile Putin yönetimleri arasında diyaloğun devam ettirilmesi kararı alındı. Bir süre önce karşılıklı olarak geri çekilen büyükelçilerin görev yerlerine dönmesi konusunda da uzlaşı sağlandı. Yine, nükleer silahların kontrolüne yönelik Trump döneminde bozulan ilişkilerin yeniden rayına oturtulduğunu da belirtmek gerek. Bir süredir dibe vurmuş olan ilişkilerin yeniden yumuşatılmasına yönelik bariz adımlar atıldığını gözlemlemek mümkün. Biden’ın da belirttiği gibi iki ülke ilişkileri “istikrarlı ve tahmin edilebilir” bir çizgiye doğru ilerliyor.

Rusya’ya yönelik yumuşamanın kökeninde Rusya’nın Çin’e yaklaşmasını engellemek olduğu açık. ABD’nin reelpolitiğin öngördüğü çıkarlarıyla ideolojik hassasiyetleri arasında ince bir denge kurması önem arz ediyor. Rusya’yı Çin’e itmeden ve demokrasi söylemine zarar vermeden Rusya ile ilişkilerin sürdürülmesinin sağlanması gerekiyor. Belli ki ana akım Amerikan medyası da bu ince dengenin farkında. Keza Trump’ı her fırsatta Rusya’ya yumuşak ve tavizkar davranmakla suçlayan medya, Biden’nın Rusya ile uzlaşı arayan siyasetine daha farklı bir yaklaşım sergiliyor. Bunun da yukarıda belirtildiği üzere sağlam bir gerekçesi var: Ana akım Amerikan medyasının küreselci iktidar bloğunun bir parçası olması. Rusya meselesi küreselci iktidar bloğunun can düşmanı Trump’ın yumuşak karnıydı. Trump’ın başkanlığının gayrimeşrulaştırılması için araçsallaştırılıyordu. Artık Beyaz Saray’da Trump oturmadığına göre, Rusya meselesinin haddinden fazla gündemde tutulması ve kaşınmasına da ihtiyaç yok gibi görünüyor.

[Dr. Ali Aslan İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]