Yola çıkmaya var mısınız?
Abone olSıradan insanların sıradışı yol hikayeleri
Uzun yola çıkanlar, yanlarında oturan bir yabancıya bazen en
büyük sırlarını açarlar. Çünkü bir gün, örneğin Malatya’ya,
Adana’ya ya da Hiroşima’ya, Honolulu’ya giderken yanınıza oturan
sıradan, sokaktaki herhangi biri olan o yabancıyı hayatta bir daha
görme olasılığı gözünüze sıfırdan da az görünür. Yolculuğa çıkmanın
getirdiği özgürlük, hafiflik, evden ve günlük alışkanlıklardan
kopma duygusuyla, hele yurtdışındayken yabancı bir dilde konuşmanın
verdiği geçici rahatlığa eklenen, yanınızdaki yolcunun ebediyen bir
yabancı kalacağına dair baştan çıkarıcı sınırsızlığın etkisiyle
birden diller çözülür ve bazen insanın kendini bile şaşırtacak bir
cüretle gün yüzü görmemiş sırlar ortaya saçılır. Bazen böyle olur.”
(s..12)
Buket Uzuner, yedi farklı ülkede yaptığı seyahatlerde, yaşadığı
ilginç olayları ve yolda tanıştığı insanlardan dinlediği öyküleri
anlattığı Yolda isimli kitabına işte bu cümlelerle başlıyor.
Açıkçası, okul çağlarında her hafta sonu İstanbul-Kocaeli arasında
hepi topu iki saat süren tren yolculuklarında bile yanımda ya da
karşımda oturan insanlarla aramda oluşan gizemli yakınlık duygusunu
hatırlayınca, bu satırlara gönül vermemek elimde değil. Ama gene de
bir yabancının ağzından dökülen birkaç ilgi çekici cümlenin peşine
düşüp gerisinde yatan öyküyü açığa çıkarmak, özel bir çaba ve
herhalde biraz da özel bir yetenek gerektiren bir iş.
Buket Uzuner de bazen bir uçakta yan koltukta, bazen bir trende
aynı kompartımanda tanıştığı farklı farklı milletlerden insanların
kendisine anlattığı ilginç öykülerin peşine düşmüş, onları daha
fazla konuşturmak, kurgu kitaplara taş çıkartacak hayat
hikâyelerinin detaylarını öğrenip gizemlerini çözmek için büyük bir
gayret göstermiş. O dönem bu anıları bir kitapta toplama kaygısı
olmadığından içten bir ilgi ve merakla, aynı yolun yolcusu olmaktan
kaynaklanan bir yakınlık duygusuyla yapmış bunu.
Bu öyküleri bir kitapta toplama isteği ise, keyifli giriş yazısında
belirttiği üzere, Gabriel Garcia Marquez’in Avrupa şehirlerinde
tuhaf olaylar yaşayan Latin Amerikalıların hikâyelerinden ilham
aldığı ‘On İki Gezici Öykü’ isimli kitabının kendisinde uyandırdığı
heyecandan doğmuş. Hikâyelerde ünlü yazar Juan Goytisolo’nunki
hariç gerçek isim kullanmayarak yol arkadaşlarının mahremiyetini
güvenceye alan yazarın anlattığı kişilere kırk yıllık dostlarıymış
gibi sevgi duyduğu hemen her satırında hissediliyor.
Stalin’in kendisini öpmesini en değerli anısı olarak tanımlayan,
hüzünlü bir geçmişe sahip bir obez, babasının kayıp cesedini ruh
mesajları taşıyan bir çöl tilkisi sayesinde bulan bir şaman, aşkın
yaş tanımadığını ve hayata bağlanmak için daima bir umut olduğunu
varlığında örnekleyen ihtiyar bir kadın, Hiroşima’ya atılan atom
bombasının kırk yıl sonra hayatını hiç tahmin edemeyeceği şekilde
mahvettiği bir kadın, Buket Uzuner’in sürprizlerle dolu yol
arkadaşlarının sadece birkaçı. Bu karakterleri yalnızca sözleriyle
tanımıyor, uzun ve keyif alarak yapıldığı belli olan tasvirler
sayesinde onları neredeyse kanlı canlı karşımızda görüyoruz.
Ülkelerin sembolleri bile var
“Uzun boylu, sıska denecek kadar zayıf, çıkık elmacık kemikleri
olan ve omuzlarından sırtına kadar özgür bıraktığı mavi-siyah gür
saçlarıyla dikkat çeken bu alımlı ve esrarengiz kadın, parlak sarı
işlemeleri kalın mavi bir tünikle lacivert kumaştan bir pantolon
giymişti. Cildine ince bir işçilikle işlenmiş gibi duran, derin bir
ışıltıyla parlayan inanılmaz derecede iri siyah gözlerini hemen
bütün Marakeşli kadın ve erkekler gibi simsiyah sürmelemiş,
kirpiklerini de simli rimelle boyamıştı. Ellerinin üstü Kuzey
Afrika ülkelerinde yaygın olarak gözlemlediğimiz gibi kınayla
işlenmiş zarif motiflerle süslenmişti. Ayağında sandaletler ve
şıngırtılı bir halhal vardı.” (s.61)
Yolda’yı okurken, sadece ilginç insanların ve öykülerin değil, yol
boyunca görünen manzaraların, gidilen yer hakkında birçok ilgi
çekici detayın da tadına varıyoruz. Kendi adıma Hawai’ye özgü ‘Hang
Loose’ felsefesinin inceliklerini ilk bu kitapla tanırken, Kuzey’in
en güzel çileklerinin Finlandiya’da yetiştiğini de ilk bu kitapta
öğrendim. Otobüsün penceresinden dışarıya yazarla beraber baktım,
etrafa sinen yerel kokuları onunla birlikte içime çektim. Buket
Uzuner, bu yerleri hiç görmemiş ve belki hiç göremeyecek okurlar
oralara en azından damak tadında yapılan bir yolculukla
ulaşabilsinler diye öykülerin sonuna birer sayfalık, o kültüre özgü
yemek tarifleri bile eklemiş. Bu tarifler ve gezilen ülkenin
kültürel, tarihsel sembollerini içeren minik resimler kitaptan
alınan seyahat zevkini artırıyor.
“Marakeş’ten aldığımız istisnasız her şeyin altı, üstü ve yanları
tek tek elde çizilip boyanmış, güneş, ay ve yıldız figürleriyle
donatılmıştı. Bazıları birer naif sanat eseri bile sayılabilecek bu
gök cisimlerinin hiçbiri ölçü ve biçim bakımından birbirine
uymuyor, ancak her biri çölün enerjisini parlak renkleriyle,
kendilerine dokunan insanlara adrenalin etkisiyle şırınga
ediveriyordu. Çöl güneşinin gücü karşı konulamaz çekiciliğiyle,
yolu Marakeş’e düşenleri daha ilk anda büyülüyor, sarının, mavinin,
kırmızı, yeşil ve turuncunun en çarpıcı tonları âdeta şifalı bir
nur gibi yaralı ruhlara ışınlanıyordu Marakeş’in pazar yerleri,
bizdekilerin ancak kısa ve kötü bir prova sayılabileceği ve eğer
sinirlerinizle zamanınız müsaitse “çok eğlenceli” bile denebilecek
kadar feci abartılı pazarlık oyunlarına sahne oluyordu.” (s.60)
Buket Uzuner, anlatılarında, bir ülkede kendisi ve geleceği
hakkında bilmesi mümkün olmayan bilgilere sahip bir
şaman-müneccimle tanışması, bir başka ülkede avuçlarında açılan
yaraların mucizevi şekilde yok olması gibi bizzat yaşamadan
inanılması güç olaylardan da bahsediyor, okurun bu anıları hayal
gücü yüksek bir yazarın yaşadığı enteresan olaylardan fazla
etkilenmesine mi bağlayacağı, yoksa mümkün mü göreceği kendi
algısına kalmış, ama anlatılardaki dost sohbeti havası yazarın
niyetinin o anlarda ne görmüş ne hissetmişse sansürsüz olarak
okuruyla paylaşma isteğindeki içtenliği hissettiriyor.
Uzuner’in kitapta kullandığı anlatım dili oldukça çeşitlilik
gösteriyor, yazar bazen alışılageldik bir öykü anlatımını tercih
ederken, kimi yerlerde edebi bir üsluptan uzaklaşıp bir arkadaşla
çene çalıyormuş gibi konuşmaya başlıyor. Yazarın bu tercihi kanımca
pekçok okur için okuma keyfini artıracak, bir sonraki sayfada neyle
karşılacaklarına dair merak uyandıracak olsa da, bazı okurların
kendilerini tamamen kitaba kaptırmalarını zorlaştırma riski de
taşıyor. Ama zaten hangi kitap okuyan herkes tarafından sevilebilir
ki, ancak kendine ait bir ruhu olmayan, her nabza göre şerbet
olabilen metinler hiç kimseye yabancılık hissi vermez. Uzuner ise
okurların kendisinden ne bekleyeceğini değil, kendisinin onlarla ne
paylaşmak istediğine önem vermiş görünüyor.
Anlatılar boyunca Buket Uzuner’in sadece çevresini ve tanıştığı
insanları değil, kendisini de daha yakından tanımış oluyoruz, yazar
‘diğerlerine’ ne kadar yakından bakıyorsa kendisine de öyle bakıyor
ve orada, içinde gördüklerini, yaşadıklarının onda yarattığı
duyguları bizimle aynı bir yolculukta yanına oturmuş, bir daha asla
görmeyeceği bir yol arkadaşıyla konuşuyormuş gibi rahatça
paylaşıyor. Tanıştığı insanlar hakkında yaşadığı yanılgıları, engel
olamadığı önyargıları ve bunları yenmek için gösterdiği çabayı
saklamayarak kendisini kurgulanmış bir öykü karakterine
dönüştürmekten korunabiliyor, okuduğumuz metnin uyandırdığı “gerçek
olaylara tanık olma ve gerçek bir yolculuğa eşlik etme” hissini
artırıyor. Biz okurlara ise bu içten anlatımın keyfini sürmek
kalıyor. (Barış Müstecaplıoğlu)