"YÖK Başkanları padişah gibi

Abone ol

Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği ve İstanbul Veteriner Hekimleri odası Başkanı Tahsin Yeşildere'den çok çarpıcı açıklamalar: YÖK Başkanları padişah gibi...

Tahsin Yeşildere, 1990’da kurulan, 1.210 üyeli Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nin ve İstanbul Veteriner Hekimleri Odası’nın başkanı. Temmuz ayında, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörüyle ilgili ilk suçlamalar yapıldığında bölgeye yönetim kurulu ile giderek incelemeler yapmış ve rektörün kaçakçılığını yaptığı iddia edilen tüm tarihi eserlerin kayıtlı olduğunu görmüş; ancak yargıya intikal eden boyutu üzerine bir yorum yapmamıştı. İspanyol firmasıyla yapılan ihalede bir usulsüzlük olup olmadığı sorusuna, “Bu, rektörden önce yapılmış olan bir ihale. Bu rektör zamanında, gelen tıbbi malzemelerin alımlarında, demirbaşa kayıtlarında belli bir aksaklık meydana gelmiş. Bu, ihmalkarlıktan mı, iş bilmezlikten mi, geçiş döneminden mi kaynaklanıyor bilgimiz yok. Avukatı savunmasını yapmasına rağmen, suçlanması devam ettiğine göre herhalde belirli aksaklıklar var; ama o konuya fazla girmek istemiyoruz.” diye cevap veriyor.

Bu durumda bana gerginliği yaratan iki kutbun, hükümet ile YÖK’ün tutumlarını sorgulamak kalıyor. Yeşildere, harika bir analizle durumu özetliyor: Hepimiz öyle baskıcı dönemlerde yetiştik ki, kişiliklerimiz yaralandı, edilginleştirildik, tek yaptığımız içselleştirdiğimiz bu otoriterliği kendimiz gibi düşünmeyenlerin üzerine püskürtmek. O zaman ben diyorum ki, karşı tarafta görüp beğenmediğimiz şey aslında kendi aksimizdir...

YÖK’ün ve hükümetin tutumunu nasıl buldunuz? Olayın sadece gericiler-ilericiler savaşı gibi gösterilmesine gönlünüz razı oluyor mu?

Hükümet çok sert konuşuyor üniversiteler üzerinden. YÖK’ün de rektörle Cumhuriyet’i özdeş kılmasının yanlışlığı var. YÖK’ün bu şekilde kutuplaşmasının daha sonra tamiri mümkün olmayan sonuçlar doğurabileceğini düşündüğümüz için bu söyleme karşıyız. Bize göre YÖK’ün bir hukuk ve tıp komisyonu oluşturup orada inceleme yapması, bunu Üniversitelerarası Kurul’da ve YÖK kurulunda tartışıp, sonuç bildirgesi hazırlayıp, ‘ihaleye fesat karıştırmak, çete kurmak’ gibi bir unsur var mı öncelikle kendisinin ortaya koyması lazımdı. Bunu yapmadığı için daha sonraki tavrı toplum nezdinde itibar görmedi. Van’a gittiğimizde konuştuğumuz herkes bu rektörden önce üniversitede hem dinî kavramlara dayalı hem de MHP tandanslı bir siyasal örgütlenmenin olduğunu söyledi.

Nasıl olur? YÖK üniversite yaşamını A’dan Z’ye belirlemiyor mu?

Kemal Gürüz ile birlikte oradaki rektörün üniversitesine tam sahip çıkamadığı, görevine geç geldiği, ihalelerin de onun döneminde yapıldığı ifade ediliyor. Şimdi o vefat etmiş, tanımıyorum da. Ama gerçekten bir üniversitede yaşanmayacak şeyler yaşanmış. Kocaman bir cami yapılmış üniversiteye. Üniversitede ibadet yeri olabilir. Amerika’da, Avrupa’nın birçok yerinde kampüslerde kilise var. Ama üniversitenin öncelikleri vardır. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde oruç tutmadığı için bir öğrenci öldürülmüştü. Beş vakit namaz kılındığı, koridorlarda takunyalarla dolaşıldığı, birtakım dinî örgütlerin üniversite üzerinde oyun oynadıkları anlatılıyor. Tabii “Atatürk ilke ve devrimlerini savunmayan kişiler üniversiteye adımını atamaz” gibi yaklaşımlar da yanlış. Atatürk ayrı, ilkeleri ayrı değerlendirilmeli. Üniversitelerde faşizmin de, Maoizm’in de, Leninizm’in de, Hitlerizm’in de ve hatta dinî ideolojilerin de tartışabildiği bir ortam olmalı.

Yaşadığımız son olayların YÖK’ün tek tip insan isteyen otoriter sistemiyle alakası var mı?

Bu son dönemde biraz daha elastikiyet kazandıysa da Kemal Gürüz, Mehmet Sağlam hele İhsan Doğramacı dönemi çok baskıcıydı. Rektörler YÖK’ten emir komuta zinciri içerisinde emir aldılar. YÖK’ün başındakinin ve rektörün yapısı neyse dekanlara da o yansıdı. Rektörün baskısı altında kaldıkları için, senato veya üniversite yönetim kurulları hâlâ göstermeliktir. Karar alma değil danışma organlarıdır. Rektör oradan çıkan kararları isterse uygular, isterse uygulamaz. Gürüz zamanında YÖK Genel Kurulu’nun esamesi okunmuyordu. Bu hiyerarşik düzen yüzünden üniversitelerde neler olup bittiği konusunda fazla bir fikir sahibi değildi. Bu nedenle bazı üniversitelerde birtakım yozlaşmalar meydana çıkmıştı. Bu, belki de Gürüz’ün işine geliyordu. Çünkü orayı istediği gibi kullanıyordu.

Teziç’in hatası ne oldu?

Teziç bir yürütme kurulu oluşturamadı. Genel kurulda alınan kararları uyguluyorum diyor; ama genel kurul ayda bir kere toplanıyor. Belli bir süre toplanmadı bile. Ondan önce zaten Gürüz ne isterse yapıyordu. YÖK başkanları kafalarına göre plan proje yapıp uyguluyorlar. Sonuçlar üniversitenin yararına da olmuyor. Bu nedenle YÖK sistemi üniversitelerin üzerine çökmüş bir kâbus. Hâlâ insanlar davranışlarından ve düşüncelerinden dolayı suçlanıyor. Bu kamplaşmalar üniversitede çok büyük yaralar açtı. Cemi Demiroğlu zamanında öğretim üyesiydim. Florence Nightingale gibi binasıyla, malzemesiyle, personeliyle İstanbul Üniversitesi’nin olan bir mal resmen Cemi Demiroğlu tarafından kaçırıldı ve şimdi kendi ailesinin hastanesi haline geldi.

O sırada dekanlar ne yapıyordu?

Bu olayın gerçekleşmesinde o dönemin dekanlarının çok büyük affedilemez günahı var. Bunun hesabı hiç sorulmadı. Maddi zararlar yanında esas önemli olan verdiği manevi zararlardı ki bunun tamiri çok zor. Üniversitenin kamplaşması, ikiye bölünmesi, öğretim üyelerinin birbirlerine düşmanmış gibi bakmaları, üniversiter kavram ve yapı taşlarını, değerlerini yok etti. “Sen bendensin, benden olmayan her türlü zararı görsün” anlayışı ile üniversite öğretim üyelerini adeta kimliksizleştirmeye çalıştı. İşte bu yıkımın düzeltilmesinin çok zor olacağını ifade etmek isterim.

YÖK başkanları niye sistemin otoriter yapısını göremiyorlar? O kadar çok yetkiyle donatılınca insanın kişiliği mi değişiyor?

Bazen düşünüyorum, demokratik değerlere sahip olan bir insan rektör olduğu ve kendisine o kadar yetkiler verildiği zaman acaba yoldan çıkabilir mi? Sistem o kadar kötü ki, o da bozulurdu gibime geliyor. Üniversite öğretim üyeleri baskı içerisinde yaşamaya alıştı. Eğer onları biraz özgürleştirirseniz yaşamaları güç olur. Özgür düşünceli, demokratik davranan insanlar üniversitede iş yapamaz gibi geliyor bana. Çünkü sistem tek tip bir üniversite hocası yarattı. Belli bir düşünceye sahip olacaksın, bu kavramların dışına çıkmayacaksın. Üniversitede bilim yapmak, yurtiçi ve dışındaki kongrelere katılmak, bilim üretmek gibi kaygıları kalmadı. Üniversite klasik devlet memurlarının gidip geldiği bir yapıya büründü. Daha çok akademik yükseltilme ve kadroyu alabilme konusunda bilim üretildi. Yani kısa zamanda doçent olayım, profesör olayım düşüncesi baskın oldu. Zaten piramit epey tersine döndü. O kadroları almak için istemese de rektörün ve yandaşlarının yanında yer almak, onun dünya görüşlerini beraberce savunmak durumunda kaldılar.

Öğretim üyeleri kafes kuşlarına döndü yani. Bıraksan uçamayacak, kafesine geri dönecek...

YÖK sisteminin yarattığı öğretim üyesini tanımlıyorsunuz. İnsanlara o kadar otoriter davranıldı, bu düzen o kadar aşılandı ki, öğretim üyeleri kendi kimliklerini kaybettiler. Çünkü kimliğinizi koymaya kalktığınız anda başınızda bir padişah gibi duran YÖK başkanı ve rektörünüz hatta dekanınız vardı. 12 Eylül’den sonra bu şekilde 25 yılı geçirdiler. O sistemin öğretim üyeleri şimdi üniversitelerin başında. Demokratik, açılımcı bir sistemde öğretim üyesi olmadığınız için bu kavramları bilemiyorsunuz. Öğretim üyesi kendi değerini yurtdışında çalıştığı anda anlıyor.

Demek ki bu psikolojik mekanizma yüzünden her olayda politik bir duruş sergilemeyi ana görevi zanneden bir üniversite sistemi var.

Öğretim üyeleri yönetilmeye alıştılar. Birileri onları yönetsin, birileri onlar için karar versin istiyorlar. Kendileri bir araya gelip karar verme yeteneğini kaybettiler. Ben fakülte akademik kurulunda fikirlerimi özgürce söylediğim için Kemal Alemdaroğlu’na karşı, arkadaşlarım bile Alemdaroğlu onları da benim yakınım zanneder, onların üzerinde de baskı yapar diye benim yanıma oturmuyordu. Neydi bu baskı? Mesela benim anabilim dalımın internet bağlantısını kesti. Ben keserim olur biter. Mikroskobunu alır, sekreterini alır. Yanındaki akademisyenlerin gelişmesini engellemek için onun kadrolarını vermez. Doçentlik, profesörlük dosyaları rektörlükte kaybolur, olumsuz sicil verir, bu gibi anlamsız; ama çok düşündürücü ve üniversiter yaşamda olmaması gereken aykırılıklar.

Van’a rektör çıkarmasında anlattığınız mekanizmanın da rolü var mı?

Var tabii. Bu şekilde toplu hareket yapmanın yanlışlığını başta da söyledim. Onlar da anladılar bunun yanlışlığını. Fakat daha önceki saptamalarında haklılar. Bir rektörün tutuklanma biçimi düşündürücü. İnsan haklarına, Anayasa’ya ve Avrupa insan hakları sözleşmelerine aykırı. Kelepçe bile takılmak istenmiş de, orada bir tane görevli ‘ya kaçmaz, ben kefilim’ deyince takılmamış. On saat ayakta ifade vermiş. Eğer bir rektöre böyle çirkin şeyler yapılıyorsa sade vatandaşlar tutuklandıkları zaman kim bilir ne gibi işkencelere maruz kalıyorlardır. Gerçekten orada Cumhuriyet karşıtı bir örgütlenme, “Biz bu üniversiteyi Atatürkçülerin eline bırakmayız” diyenler varsa, bunların kim olduğunun açık ve net olarak konuşulması ve yargıya taşınması gerekir. Ayrıca böyle üniversiteler gelişti ise bu, YÖK sistemi ile beraber oldu. Yozlaşma YÖK ile başladı ve arttı demektir. O zaman sorun belli demektir. YÖK sistemi bitmiştir.

Biraz evvel bir analiz yaptınız. Üniversite yöneticilerinin yıllar boyunca güdülenmiş, edilgen hale getirilmiş, kişiliklerinin ezilmiş olduğunu söylediniz. Bu durumdalarsa gerçekleri görebiliyorlar mıdır?

Şimdiki rektörler o dönemden mi geldi bilmiyoruz. Ama o toplantıda karar nasıl alınıyor? Niye sağduyulu insanlar olaya yaklaşmıyor? Orada hukukçular, siyaset biliminden, felsefeden rektörler vardır. “Bizim oraya gidip bir gövde gösterisi yapmamız gelecekte üniversiteleri, toplumu yaralar mı, zaten var olan siyasal kutuplaşmayı artırır mı?” diye düşünmeleri lazımdı. Eğer YÖK ve rektörler topluluğu orada yaşananları ve Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin kimliğini tarihsel gelişimi ve belgeleri ile kamuoyunun önüne çıkarabilse idi daha çok prim toplardı. Fakat hükümet de üniversiteler üzerinde aşağılayıcı konuşmaları ile sürekli gerginleştirdi ortamı.

Bence tutuksuz yargılanabilirdi rektör, delilleri karartacak bir durum yoktu.

Hükümet, üniversite yasasını acil eylem planında olmasına rağmen çıkaramadı. Demokratik, özerk bir üniversite modeli geliştiremedi. Üniversitenin hiç arzu etmediği af yasasını çıkardı. ÖSYM’nin bağımsız bir kurum olması lazım. Maliye’ye bağlanması da büyük bir gerginlik yarattı. Ayrıca araştırma görevlisi kadrolarının ilan edilmesi ve serbestçe yayımlanması konusunda mahkeme kararlarına rağmen sürekli yasaklar çıkardı. Bu da ortamı muazzam gerdi. Başbakan, öğretim üyelerini aşağılayarak konuşuyor. Öğretim üyeleri tabii ki bir kimlik erozyonuna uğradılar üniversitede; ama bu kadar da basite alınmaması lazım. “Bir koyun bile güdemeyenler bunu anlamaz” şeklinde ifadeler kullanması doğru değil. ‘Kendi işlerine baksınlar’ diyor. ‘Siz bilim ile uğraşın da ilk 500 üniversite içine girin’ diyor; ama döner sermaye paylarındaki o araştırma fonlarına da el koyuyor Maliye Bakanlığı. O zaman araştırma yapacak paranız da kalmıyor.

Meslek liselerinin mağduriyetine ne diyorsunuz?

Meslek liseleri konusunun etraflıca tartışılması taraftarıyım. Hiç kimsenin hakkı yenmesin, özgürce üniversiteye girebilsin öğrenciler. Ama Türkiye’nin bu kadar imam hatip lisesine de gereksinimi var mıdır? İmam hatip liselerindeki eğitim öğretim kalitesi neden klasik liselerde yoktur? Bunların da tartışılması gerekir. Bunlar bir araya gelirse o gençlerimizin de önünü açmak lazım. Çünkü belli bir lisenin üniversiteye girmesini engellemek için birçok meslek lisesinin de önünü kapatıyorsunuz. Herkes kendi görüşünü baskı unsuru olarak kullanıyor. Herkes herkese baskı uyguluyor. Bunda tabii geleneklerimiz, bugüne kadar yaşadıklarımız önemli. Askerî rejimlerden geçmişiz. Baskıya alışmışız, öyle içselleştirmişiz ki, baskıdan bir türlü kendimizi sıyıramıyoruz.

Söyleşi: Nuriye Akman
Kaynak:

Günün Önemli Haberleri