Yıldızların söyleşisi
Abone olLeyla Umar, gazeteciliğin duayenlerinden biri. Röportajların ünlü ismi, bu kez yıllardır sır gibi sakladığı özel hayatını bir diğer röportaj yaldızı Nuriye Akman’a anl
Leyla Umar, gazeteciliğin duayenlerinden biri. Fidel Castro, Nelson Mandela, Patrik Bartholomeos gibi dünyaca ünlü isimlerle yakın dostluklar kurdu, onların iç dünyalarını okurlarına yansıttı. Umar, bu kez yıllardır sır gibi sakladığı özel hayatını Nuriye Akman’a anlattı.
Leyla Umar, röportaj yaptığı ünlü yabancıları görünce kıskançlıktan çatladığım fakat yazılarını okuyunca onları sorgulamadığı için kendisine kızdığım, her halükârda yerinde olmak için can attığım bir meslek büyüğüm. Ben daha doğmadan başladığı meslek hayatını, 76 yaşında olmasına rağmen Vatan Gazetesi'nde müthiş bir enerjiyle sürdürüyor. Anılarını yazmakta olduğunu öğrenince Ortaköy'deki evinin kapısını çaldım. Ve hiç beklemediğim bir portre ile karşılaştım. Mesleki başarılarının zevkini süremeyecek kadar acı doluydu kalbi. Bir bebek gibi sevgi açlığı çekiyordu, geçirdiği travmaların zehrinden henüz kurtulamamıştı. Hatalarını biliyor, onlara cesurca bakabiliyor, kendisiyle yüzleşebiliyordu. O nasıl ki röportaj konuklarına sevgi ile soruyor, hiç iğne batırmıyor, yara kaşımıyordu ben de öyle yaptım.
Çünkü onu sevdim. Neredeyse her dakikası gözyaşları içinde geçen iki buçuk saatlik bir konuşmanın özetini sunuyorum.
Duyduğuma göre Epsilon Yayınevi anılarınızı yazmanızı istemiş, bir miktar kapora da vermiş. İki ay içinde yazacağınızı söylemişsiniz; ama iki sene geçmiş hâlâ bitirememişsiniz. Doğru mu?
Doğru. Dört kitap yazmamı istediler. Uğur parası diyerek beş bin dolar verdiler. Fakat anılarımı yazmak bana çok ağır geldi. Emin ol, yazarken non-stop ağlıyorum, elimde değil. Yazamayınca, dedim ki; gideyim şu parayı ödeyeyim, vazgeçeyim. Sonra yazmam için tekrar rica ettiler.
Oğlum üniversitede hoca. Babasıyla resmen ayrıldığımda iki yaşındaydı. Çok acı günler geçirdik. Onları yazmamı istemez zannediyordum. Bir gün Mina Urgan'ın kitabını getirdi bana. Ayağım kırılmıştı, yatmak zorundaydım. “Anne, bunu da mı yazamazsın?” dedi. Kitabı okudum, inanamadım. Her şeyi yazıyor. Hayran oldum. “Peki” dedim, “Babanın seni doğurduğum gece bana dayak attığını da mı yazayım?” “Tabii yazacaksın anne, o senin yaşamının önemli bir parçası” dedi... (Ağlıyor) Herhalde doğurduğu gece dayak yiyen ilk kadın benim.
Ah Leyla Hanım.. Neler yaşadınız kim bilir?
Benim sıkıntılarım çocukluğumda başladı. Evimizde korkunç bedbahtlık yaratan bir ablam vardı. Zavallı babam, Zonguldak'ta çok zor şartlarda çalıştı. Babam kömür şirketinin müdürü, az para kazanan bir adam. Fakat daha iyi şartlarda okuması için ablamı Işık Lisesi'ne yatılı yolluyorlar. Benim arkadaşlarım işçi çocuklarıydı. Hep bitlenerek büyüdüm. Ablam beni kıskanıyordu. Küçük kız evde, büyük kız evden atıldı! Herhalde böyle düşündü ve ölünceye kadar bana kötü davrandı. O günleri anlatmama imkan yok. Hani cadılar vardır; masallarda üvey kardeş veya üvey anne. Onların yaptıklarının hepsini yaptı. Onunla yaşam çekilmez hale gelince, evden kaçmak için karşıma çıkan ilk evlenme teklifine ‘evet' dedim.
Ablanız yaşıyor mu?
Hayır, beyin kanseri oldu ve öldü. Dünyaya o kadar menfi bakan bir insandı ki. Herkes fenaydı ona göre ve o yüzden mutsuzdu. Halbuki yaşamı gayet iyiydi. Öğretmendi. Mesela, ben mektebi bitiremedim, matematik, fizik, kimya yüzünden. Oysa annem babam büyük fedakârlıkla Üsküdar Amerikan Koleji'ne verdi ikimizi de. Öyle olaylar oldu ki, ablamla ölünceye kadar konuşmadık. Hastalığına bile üzülemedim. Öldüğünde dört kişi vardı cenazesinde. Ne kadar acı bir şey.. Şişli Camii'nden, annem babam da kalkmıştır ama yüzlerce kişi onları uğurlamıştı.
İlk evliliğinizin başarısızlığını ablanıza yüklüyorsunuz öyle mi?
Ablamdan kurtulmak için yaptığım evlilik çok yanlıştı. Genç kızken, para ve mevki hırsı olan bir adam istemiyordum. Annem hep derdi ki, inşallah kızlarımın ikisi de profesörlerle evlenirler. Beş parası olmasın, yeter ki profesör olsun. Ablam hakikaten bir profesörle nişanlandı; ama olmadı. Bir İsviçreli ile evlenip, İsviçre'ye gitti. Bir süre sonra eşi ablamın hırçınlıklarına dayanamayıp boşanmak istemiş. Ablam psikolojik hastaydı. Boydan boya karnını yarmış ve kanlar içinde polise telefon etmiş: “Kocam beni bıraktı, intihar ettim, gelin alın.” Kocasını bulup hastaneye getirmişler ama bir süre sonra ablam biraz iyileşince, adam Amerika'ya kaçmış ve bir daha hiç haber alınamadı.
Kocanız sizi niye dövdü?
Kabahatlerimin başında her şeyi doğru söylemek gelir. Acı da olsa kendim için.. Şimdi ağlamak istemiyorum ama...
Ağlamak istiyorsanız ağlayın, ne olur...
Utanıyorum.
Utanmayın, insansınız, taş değilsiniz...
Taş olmadığım için çok çektim. Ablam, kocası Amerika'ya kaçınca Türkiye'ye döndü ama bütün İsviçre gazeteleri intihar olayını yazmıştı. Düşünebiliyor musunuz, babam ve annem gibi sakin mizaçlı insanların neler hissettiklerini. Her hafta intihar edeceğim diye valizi alır, giderdi. O günlerde hasta olmadığıma şaşarım. Ablam bir süre sonra bir Amerikalı ile evlendi. Asker olan Amerikalı eşi Okinava'ya gitmiş ve 3 yıl ondan haber alınamamıştı. Ablam artık sık sık evde partiler vermeye başlamıştı. Bir gün yılbaşı gecesi yine büyük bir parti veriyordu. Ben annemle babamın yatak odasında kurulan bir masada yeni yılı kutluyordum. Bir adam yanlışlıkla odaya girdi. Gayet yakışıklı, çok efendi bir adamdı. Epey sohbet ettik. Ertesi gün telefon etti, buluştuk, hemen bana evlenme teklifi etti; ben de hemen kabul ettim.
Ne iş yapıyordu?
Stanford Üniversitesi'nde okumuş. Makine mühendisi. Etrafımda zengin çocuklar vardı. Ben babam gibi şerefli bir adamla evlenmek istiyordum. Evlenme teklifinden sonra ailesi geldi beni istemeye. Nişanlandık. Altı ay sonra, “Kusura bakma ben yapamayacağım” dedim ve yüzüğümü çıkarıp, “Ne olur arkadaşça bitirelim” dedim. Eve geldim, annem babam kararımı duyunca sevinçten uçtular.
Çalışıyor muydunuz o zaman?
Amerikan Konsolosluğu'nda Türkçe ders veriyordum. 400 dolar kazanıyordum. Babam bile yönetici olduğu halde bu parayı alamıyordu. Ertesi gün işten eve geldim; bir de baktım, annem ağlıyor. Ali gelmiş demiş ki: “Eğer Leyla benimle evlenmezse ömrü boyunca ahımı alacak.” Annem, kolejde okumuş bir kadın ama ödü kopardı, ah almaktan. Dedi ki: “Leyla ne olur evlen, bir ay sonra ayrılırsın. Bu ahtan da kurtulursun.” Ben anneme ve babama hastalık derecesinde bağlıydım. “Peki” dedim. Ama evlenmemden bir gece evvel tarifsiz mutsuzluğumu gördüler: “Vazgeç bu işten” dediler. Ablam, kocası Okinavo'dan 3 yıl geçtiği halde Türkiye'ye dönmeyince çocuğuyla birlikte annemlerin yanına yerleşti. Hayatımın yine zehir olacağını bildiğim için ayrılmayı erteledim. Fakat hayatımı renklendirmesi için bir çocuk yapmaya karar verdim. Şimdi bu kadar aptalca bir şeyi nasıl yaptın diye sorabilirsiniz.
Peki soruyorum...
O zamanki hissiyatım öyleydi. Boşanamadım; çünkü babam ağır şeker hastasıydı ve ablamın üzüntüsünden gözleri geçici olarak görmüyordu. Annem de üzüntüsünden defalarca mide kanaması geçirdi. Onları torun sahibi yaparak mutlu edeceğimi sanıyordum.
Kaç yıl evli kaldınız?
Beş. Ama bu süre içinde defalarca ayrı kaldık. Hamileliğimin beşinci ayına kadar bana hiç el kaldırmadı. Bir gün birdenbire bir şeye kızdı, beni feci dövdü. Osman Bey'in kliniğine koştum. Her tarafım mordu. Çocuğumu aldırmak istediğimi söyledim. Doktor, “Alamam, çocuk değil sen ölürsün.” dedi. Ben perişan halde hastaneden çıktım. O günden doğuruncaya kadar Ali, ona olan nefretimin intikamını doyasıya aldı. Annem benden beter hislerle ona olan nefretini saklamıyordu. Doğumun yaklaştığı günlerde bir mevzu yüzünden annemle atıştılar. Anneme ‘terbiyesiz' deyince babam annemi alıp evden çıktı. ‘Anneme nasıl terbiyesiz dersin' diye ben de ona bağırmaya başladım. Böyle aptal bir münakaşayla üstüme saldırdı. Nasıl dövdü bilemezsiniz. Anlatırken bile aynı acıyı yaşıyorum şu anda. Sularım boşaldı, o gece 11 saat sonra çok zor bir doğum yaptım. Ve ona “Sen hayatımda yoksun, çık git” dedim. Ayrı yaşamaya başladık. Çocuğum iki yaşındayken Milliyet'te bir ilan gördüm. İngilizce bilen, Beyoğlu muhabiri aranıyordu. Başvurdum. Gazeteciliğe işte böyle başladım.
Refik beni üzdü; ama asıl kabahat bendeydi
İkinci eşiniz Refik Erduran da sizi epey üzdü sanırım...
O sırada o kadar mutsuzdum ki belki de kim çıksa karşıma âşık olacaktım. Ama Refik'e âşık olmamak imkansızdı. O sıralarda idealizmin en üst düzeyindeydi. Yağmur Duası gibi nefis bir kitap yazmış, Çağlayan Yayınevi'ni kurmuştu. Hapisteki arkadaşlarına, özellikle Nazım Hikmet'e, Kemal Tahir'e sürekli yardım ediyordu. Refik beni çok üzdü ama asıl kabahat bendeydi. Çünkü bana açıkça, “Leyla seni seviyorum. Ama hayatımda beş kadın var. Onları bırakmak istiyorum. Bana bir yıl mühlet ver. Kalplerini kırmadan hepsinden ayrılıp, yalnız seninle yaşayacağım.” demişti. Ben onun bu dürüstlüğüne hayran oldum.
Aşkın şiddeti mi acaba?
Yok yok artık bu kadarı aptallığa girer. Gençliğimde herkesin her söylediğine inanırdım. Mesela başka gazeteden arkadaşlar beni işletmek için komplolar kurarlardı. Bir gün biri kulağıma eğilip, “Sana müthiş bir atlatma haber vereceğim, robot ordusu kuruldu, bize Trakya'dan saldıracaklar.” dedi. Benim gazetede çılgın gibi bu haberi yetiştirmeye çalıştığımı görünce acıyıp, durdular.
Refik Bey o beş kadını bıraktı mı peki?
Bıraktığını söyledi; ben de inandım. O annesiyle Salacak'ta yaşıyordu. Ben de hafta sonlarını orada geçiriyorum. Tabii annem evlenmeden, çapkınlığıyla bilinen bir adamla ilişkime çok üzülüyordu. Bir gün “Senin Benli Belkıs'tan ne farkın var.” dedi. O kadar ağrıma gitti ki: “Anne, babamın karısı olmasaydınız , sizinle bir daha asla görüşmezdim.” dedim. O da “Defol buradan, bir daha seni görmek istemiyorum.” diyerek beni kovdu. Bir sene görüşmedik. Anladım ki, annem de babam da hakikaten çok acı çekiyor. Refik bana âşık olduğunu söylüyor, ona inanmak istiyordum. Nihayet bir gün hayatımda çok acı bir rol oynayacak olan annesiyle tanıştırdı.
Röportaj: Nuriye Akman
Kaynak: