Geçtiğimiz Cumartesi Diyarbakır’da oluşan tabloyu Türklerle
Kürtler başta olmak üzere bu toprakların tüm asli unsurları
arasında bin küsur yıldır mevcudiyetini koruyan ama son asırda kimi
beyinsiz kafalar yüzünden zedelenmiş fiili bir Muahât’ın, yani
‘Kardeşlik Antlaşması’nın adeta üçüncü kez tahkim ve teyidi olarak
da okuyabiliriz. Gerçekten 1071 Malazgirt ve 1514 Çaldıran’dan
sonra geçtiğimiz hafta 2013 Diyarbakır’da bu tarih ve coğrafya
açısından her türlü takdire şayan bir olaya tanıklık ettik.
Öte yandan hadiselerin tarihsel anlam ve ağırlıkları
liderlerinin feraset ve cesaretlerini ölçen en açık göstergelerdir.
Bu açıdan bakıldığında Sayın Başbakan, kim ne derse desin, büyük
bir cesaret ve engin bir feraset örneği göstererek yeni bir devrin
kapısını açmıştır. Böylece paranoyadan kurtulmuş, vehimlerden
arınmış yeni devrin Türkiye’si tüm farklılıklarıyla birlikte daha
özgür, daha müreffeh, daha güvenli ve haliyle daha güçlü
olacaktır.
Çünkü bu tarihi adım öteden beri hasreti çekilen birlik ve
beraberliği daha sahihçi temellere bina etmenin imkânını sunmuştur.
Bu da dünyayı tasnif ve tayin ederek taksim etme projesini sürdüren
dünya sisteminin oyununu bozacak yegâne iksirimiz olacaktır. Bu
iksirin sağlıklı bir şekilde üretilmesi ve uygulanması elbette ki
büyük bir siyasi akıl ve maharet gerektiriyordu. Olan-biten belki
de buydu.
Öte yandan hangi sahada olursa olsun insanlar arası rekabet
hayatın en açık bir başka gerçeğidir. Atbaşı sürgit devam eden bu
dinmez rekabetin siyasi alanda daha haris bir hal aldığı ise
aşikârdır. Ne var ki, bu rekabet çoğu zaman kişiyi kardeşini bile
katletmeye ‘ikna edecek’ kadar kesif bir hasede de dönüşebilir.
Siyasi alanda tezahür eden hasede başka yerlerde rastlamak
neredeyse imkânsızdır. Öyle olunca da bu alanda daha büyük tahkir,
tekzib, tağyir ve tahriflerle karşılaşmak mümkündür. Oysa haset
Peygamberimizin ifadesi ile ‘Gökkubbe’nin altındaki en büyük
puttur’.
Bu nedenle olsa gerek ki, ‘Ben ondan üstünüm’ diyerek Adem’i
reddeden İblis, ‘Benim kurbanım neden kabul görmüyor?’ diyerek
kardeşini katleden Kabil, ‘Benden başka bir Tanrı mı arıyorsun ha!’
diyerek Musa’ya ve kavmine en ağır eza ve cefayı çektiren Firavun,
İsa’yı darağacına çektiren hahamlar, veya ‘Öteden beri onlarla
bizim aramızda devam eden şeref yarışı atbaşı giderken içlerinden
bir peygamber çıkıverdi’ diyerek Abdülmüttalib’in yetimi Muhammed’i
reddeden Ebu Cehil ya da ‘peygamberlik Tanrı’nın tek seçkin kavmi
olan bizlerin hakkıdır’ diyerek İslam’ı kabul etmeyen Yahudilerin
temel zaafı hep aynı hastalık değil miydi?
Her insaf, iz’an, vicdan ve feraset ehlini sevinç gözyaşlarına
gark eden Diyarbakır manzarasından duyulan rahatsızlıkları daha
başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki? Adeta, ‘mademki senin
derecene çıkamıyorum, öyle ise seni kendi derekeme indiririm’
dercesine kesif bir hasedin kine tahavvül etmiş bu halini görünce
edebiyatımızın mahir hiciv ustası Ziya Paşa’yı rahmetle anmamak
mümkün müdür? Üstad’ın dediği gibi, gerçekten ‘Erbâb-ı kemâli
çekemez nakıs olanlar, Rencide olur dîde-i huffaş ziyâdan’.
Demek ki, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin insan tabiatında
değişen bir şey yok. Eksik yetkini, kötü iyiyi, yanlış doğruyu,
çirkin güzeli, başarısız başarılıyı, korkak cesuru ve kör de göreni
çekemiyor. Yarasanın ışıktan rahatsızlığı da bundan olsa gerektir.
Bu nedenledir ki, Diyarbakır’a dönük yapılan itirazların veya ondan
duyulan rahatsızlıkların başka ne sebebi olabilir ki? Ne var ki, bu
hastalığın semptomları, yani arazları bünyeden bünyeye değiştiği
için bu vak’ada ise, beklendiği üzere ‘ötekini cehennem gören’ veya
‘siyah derilerin altında beyaz ruhların olacağına inanmayan’
kör-kısır ve o oranda sığ bir ‘milliyetçilik’ veya ‘ulusalcılık’
şeklinde belirmiştir.
Demek istediğim şudur ki, yiğidi öldürelim ama hakkını
yemeyelim. Gerçi yiğidi öldürmek de açık bir nâmertliktir ama daha
kötüsü onun hakkını yemektir. Bu sebeple sözü bir ilave ile yeniden
düzenlemek gerekirse, ‘Yiğidi öldürmek nâmertlik, hakkını yemek ise
alçaklıktır’ demek daha doğru olur kanaatindeyim.