Yeşil Sermaye'nin 28 Şubat oyunu

Abone ol

28 Şubat'ta SPK Başkanlığı görevini yürüten Ali İhsan Karacan, İslami holdingleri, onların oynadığı 28 Şubat oyununu ve geleceklerini değerlendirdi..

Karacan’a göre birbiri ardına kurulan bu şirketlerin Avrupa’daki Türklerden mevduat toplama yarışı özel finans kurumlarına da büyük zarar verdi. Sermaye piyasaları denince akla gelen ilk isimlerden birisi. Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) Başkanlığı yaptığı üç yıllık dönemde tam beş farklı hükümetle çalıştı. Çukurova Grubu’nun bankacılık serüvenine damgasını vuran, Merkez Bankası Başkanlığı için adı zikredilen bu kişi Ali İhsan Karacan’dan başkası değil. Yapı Kredi bankasını hem Çukurova hem de BDDK döneminde yöneten Karacan, finans sektörünün önemli isimlerinden. Bir dönem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ekonomi danışmanlığı için de adı geçen Karacan, kamuoyunda İslami holdingler olarak bilinen şirketlerle ilgili ilk kez Aksiyon’a konuştu. İslami holdinglerin İslami duyguları kullanarak para toplamasına karşın paraları bu esaslara göre değerlendirmekten kaçındığını, böylece bazı kişilerin sınıf atladığını söylüyor. -Türk bankacılık sektöründe yaşanan satın alma ve birleşme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelişmeleri 2000 krizi sonrasında ortaya çıkan sonuçlar karşısında sektörün kendini yeniden yapılandırması olarak görüyorum. Cumhuriyet dönemi bankacılık tarihinde, banka birleşmeleri açısından yeni bir evre yaşıyoruz. Bugün Türk ekonomisinin dış dünya ile ve özellikle AB ile entegrasyonu bu süreci kalıcı hale getirecek. Düşen faizlerle daralan marjlar, ölçek sorunu, uluslararası denetimle gelen yüksek standartlar ve yükümlülükler yabancı ortak arama ve birleşme/devralma sürecinin devam etmesine sebep olacak. -BDDK yetkilileri sektörün yabancılaşmasının Devlet İç Borçlanma Senetleri (DİBS) konusunda bazı riskler çıkaracağını düşünüyor. Sektörün yabancılaşmasının devletin iç borçlanmasını olumsuz etkileyeceğine ilişkin endişeleri paylaşıyor musunuz? Sağlam, iyi yönetilen, bankacılık temel ilke ve kurallarının hâkim olduğu bir bankacılık kurmaz ya da kuramazsanız ulusal bankacılık sisteminin krizlerde hasar görmesi kaçınılmazdır. Eğer kriz öncesi ve sonrasında ulusal bankacılık konusunda bir temel strateji geliştirmez ve işi salt piyasa ekonomisinin çözümüne bırakırsanız ulusal bankaların yabancılaşması da kaçınılmazdır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin mali piyasaları ile ilgili temel politikaları IMF’nin çizdiği temel sınırlar içinde kalmak durumunda. Bu nedenle konuya sadece DİBS yönünden bakmamak gerekir. Kaldı ki bankacılığa DİBS gözlüğü ile bakmak doğru değil. Nitekim 2000 Krizi öncesi bankacılığın gözetim ve denetiminden sorumlu olan hazinenin, DİBS ile bankacılığın sağlamlığı ve istikrarı arasında tercihini hep DİBS yönetiminden yana koyması bu krizin en önemli nedenlerinden biriydi. -Bankalar Kanunu’na göre ortaklık payı yüzde 50 olan bankalar yabancı banka sayılmıyor. Dolayısıyla son dönemde ortaklıkların ciddi bir anlamda rağbet görmesi dikkat çekiyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus sermaye ortaklığının yarı yarıya olmasına karşın bankaların yönetimindeki dağılımın aynı şekilde olmamasıdır. Mesela son yılların en başarılı ortaklıklarından biri olan Koç-Unicredito ortaklığına baktığımızda İtalyanların yönetimdeki ağırlığını açıkça görüyorsunuz. Şunu unutmamak lazım. Bankaların sermayesi yabancılara geçse bile bilanço açısından bakıldığında gerek pasifi gerekse aktifi büyük ölçüde hâlâ ulusal kalmaya devam ediyor. Kaldı ki yabancı bankaların yeni teknoloji ve bilgi birikimi getirmelerinin yanı sıra ülkedeki şirketler kesimindeki kurumsal yönetimi iyileştirmeye, holding bankacılığı ve kamu bankalarında egemen olan kredileme sürecindeki yanlışlıkları düzeltmeye katkıları var. -Buna rağmen ABD ve AB ekonomisinde de yabancı bankaların payları oldukça küçük? Bugün Anglo-Sakson ekolünden gelen ülkelerin, kendi bankalarının yurtdışında banka almasına son derece sıcak bakarken kendi piyasalarına yabancı bankaların girmesinden rahatsız olduklarına ve bu konuda sürekli engeller çıkardıklarına şahit oluyoruz. Almanlar, İtalyanlar ve Fransızların yabancıların sadece banka almasına değil, sigorta şirketi almasına karşı bile ciddi direniş göstermeleri bir ortak pazar ekonomisi içinde oldukça dikkat çekici. -Bu direnişin sebebi nedir? Bir ülke mali sistemi içinde yabancı bankaların payı arttıkça kamu kurumlarının -hazine, merkez bankası, denetleyici ve düzenleyici otorite- makro ekonomiyi yönetme imkânı olmuyor. Yani mali sistem sizin mali sisteminiz olmuyor. Almanya’da, mesela Alman merkez bankası ve dört banka mali sistemin gelişimini ve akışını kontrol eder. Alman Merkez Bankası eksenli para politikaları bu bankalar aracılığıyla uygulanır. Bizim gibi yükselen ülkelerde yaşanan bir diğer önemli sonuç da yabancı bankaların yerel düzenleme ve denetim otoritelerinin gücünü zayıflatmasıdır. Diğer yandan özellikle ekonomik zorlukların olduğu dönemlerde kamu otoriteleri ile yabancı bankaların çıkarları ve politikaları ciddi bir uyuşmazlık gösterebiliyor. Bir kriz anında da (tıpkı son Arjantin krizinde olduğu gibi) yabancı bankalar ülkeyi hemen terk edebiliyor. -Yapı Kredi Bankası’nın Unicredito-Koç ortaklığı tarafından satın alınması ne anlama geliyor? Bu satın alma öncelikle Yapı Kredi Bankası’nın sahiplik sorununu çözdü. Bu sadece Yapı Kredi açısından değil ülkemizdeki bankacılık sistemi açısından da ciddi bir risk unsurunun ortadan kalkmasını sağladı. Yapı Kredi’nin sahiplik sorunu aynı zamanda ekonomi açısında da bir risk unsuru idi. Bu açıdan satın alma işleminin son derece olumlu olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan 2002’nin ortalarından beri devam eden bu sahiplik sorunu Yapı Kredi’nin sektördeki rekabet gücünü zayıflatıyordu. Banka ve bankanın sahibi olduğu mali iştirakler bu durumdan son derece olumsuz etkileniyordu. Hem dış kaynak temininde zorlanıyordu, hem de iç piyasadaki rekabet gücün zayıflıyordu. Bu satın alma ile Yapı Kredi sektöre tekrar rekabetçi bir biçimde dönebilme imkanına kavuştu. Ekonomik kriz yaşanmadığı hâlde böyle bir karar alınması ve taraflardan birinin kamu sektöründen olmaması bu birleşmeyi önemli kılıyor. -SPK başkanlığı yaptığınız dönemde İslami Holdingler olarak bilinen bazı şirketlerle ilgili Meclis Komisyonu’na ifade verdiniz. İslami holdingleri genel anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz? İslami kurallara göre yönetilen şirket olamaz mı? Kuşkusuz olur. Nitekim biliyorsunuz birçok Batılı banka İslami esaslara göre yatırım yapan ortaklıklar ve fonlar kurdu. Bunun amacı yatırımcıların ihtiyaçlarına cevap verebilmekti. Bu şirketlerle İslam’ın adının yan yana gelmesi ne derece doğrudur bilemiyorum. Bu şirketler temelde para toplamak amacı ile insanların dinî inançlarından yararlandı. Buna karşılık yatırım ve para kullanım politikalarında İslam’ın kurallarını gözetmediler. Hem sermaye temininde hem de bunun kullanımında İslam’ın kurallarına uyar, bu kuralları gözetirseniz şirketinizin ismi ile İslam’ı bir araya getirebilirsiniz. Düzenleyici denetleyici kurumlar için önemli olan, herkesin sisteme egemen kurala uymasıdır. Düzenleyici ve denetleyici kurumlar teknik kurumlar olduğu için onlar açısından şirketlerin sahip ve yöneticilerinin politik tercihleri ve yöneldikleri toplumsal kesimler önemli değildir. Ancak hiç kimsenin ve hiçbir şirketin belirli bir politik tercih nedeniyle düzenleyici ve denetleyici kurumlardan kendisine ayrıcalıklı bir konum talep etmeye de hakkı yoktur. Konunun politik yanı politikacıları ve politik kurumları ilgilendirir. Faiz dışında bir getiri elde etmek isteyen yurtdışındaki vatandaşlarımızın bu ihtiyaçlarını karşılama yönünde çaba gösterilmemiştir. Bu ise piyasada bir boşluk meydana getirdi ve o boşluk da bir şekilde birileri tarafından dolduruldu. -Bütün hepsini aynı kategoride mi değerlendirmek gerekiyor? Bu kuruluşların hepsini aynı kategoriye koymak yanlış olabilir; bir kısmı bazı insanların inançlarını kullanarak saadet zinciri diyeceğimiz bir çerçevede sadece para toplayıp bu paralarla ortadan kaybolmayı amaçladı. Bunların faaliyetleri meşhur Titan zincirininkinden farksızdır ve bu olağan suç kapsamına giriyor. Bir kısmı ise topladıkları paraları ekonomik hayata bir ölçüde gerçekten aktardı. Ancak bu kuruluşlar da gerek para toplama aşamasında gerekse topladıkları paraları kullanırken getirilen kurallara uyum konusunda gereken özeni göstermedi. Bu ise iş hayatının en önemli pusulalarından biri olan sermaye maliyeti kavramını kaybetmelerine sebep oldu. Ayrıca bu şirketler yönetimlerini profesyonel hale getiremedi. Böylece başarısız oldular. Bugün sorun, bu şirketlerin ekonomik ve teknik açıdan ayakta durmaları mümkün olan üretim tesislerinin, kuruluşlarının sağlıklı bir şekilde varlıklarını sürdürmelerini sağlayacak bir model oluşturulmasında düğümleniyor. -Holding yöneticileri 28 Şubat süreci mağduru olduklarını söyleyerek para topladıkları kesimlerden gelen eleştirileri savuşturmayı başardı. 28 Şubat sürecinde SPK bu holdinglerle ilgili nasıl bir tutum izledi? Bahsettiğiniz bu şirketler kendi başarısızlıklarını ve sistemlerinin yanlışlığını 28 Şubat sürecine yüklemek istedi. Para topladıkları kesimlerde kamuoyu oluşturma açısından bir yerde başarılı da oldular. Ayrıca konu sanki İstanbul sermayesi ile Anadolu sermayesinin savaşı gibi sunuldu. Gerek benim dönemimde gerekse benden sonraki dönemde SPK’nın bu şirketlerden istediği tek bir şey vardı; sermaye piyasası mevzuatına uyum konusunda gereken özeni göstermeleri. Yoksa SPK gibi teknik nitelikli düzenleme ve denetim kurumlarının politik durumun bir parçası olması zaten söz konusu olamaz. -O dönemde tüm kamu kurumlarının üst düzey yöneticilerinin Genelkurmay’da dönemin İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Dairesi Başkanı Fevzi Türkeri tarafından verilen irtica brifingine katıldığı hatırlanırsa bu eleştiriler çok da haksız sayılmaz. Görev yaptığım dönemde hiçbir SPK yöneticisi bu brifinglere katılmadı. Bunun özerk bir kurumun yapısıyla bağdaşmayacağını o zaman da açıkça ifade ediyordum. Hatta başkanlığım döneminde bu kuruluşlardan biriyle ilgili olarak yaptığımız işlemlerde Özel Finans Kurumlarından (ÖFK) SPK’yı destekleyici açıklamalar gelmişti. Gerçekten de ÖFK’lar mevcut yasalara uygun faaliyet gösterirken, bu kuruluşların kurallara uymamaları aynı piyasaya yönelmiş olan ÖFK’lar açısından haksız rekabet yaratıyordu. Ben iki temel kavramın iş hayatında en temel belirleyici olduğuna inanırım. Bunlardan biri finans kavramı olan sermaye maliyetidir, diğeri ise iktisat kavramı olan alternatif maliyettir. Bu iki kavramın pusulasından sapan her şirket ve her sermaye grubu başarısızlığa mahkûmdur. Bu şirketler grubu para toplama yöntemleri ve çalışma biçimleri itibariyle bu iki kavrama hiç sahip olamadılar ve bu nedenle de başarılı olmalarına imkan yoktu. Diğer yandan bu kuruluşların gözetimi ve denetimi sadece SPK’nın da işi değil. Para topladıkları ülkenin otoritelerini de ilgilendiriyor. Ayrıca sırf saadet zinciri ile para toplayan ve hissedarlık aracını kullanmayan şirketler eskiden hazinenin şimdi ise BDDK ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın denetim alanına da giriyor. Ayrıca belirteyim, SPK gibi kurumlar insanlara parayı nereye yatırması ya da yatırmaması gerektiğini söylemez, böyle bir yetkileri de yoktur. Temel görev insanların yatırım yaparken sağlam ve doğru karar almalarını sağlayacak bilgilendirme ortamını hazırlamaktır. SPK’nın bu tür kuruluşların sermaye piyasası mevzuatına uyum sorunları olduğu konusunda kamuoyunu yeterince uyardığı kanaatindeyim. Röportaj: Ufuk Şanlı Kaynak: Aksiyon Dergisi

Günün Önemli Haberleri