Yeni andıçların olmaması için
Abone olDinç Bilgin'in itirafları sonrası medya olaylardan ders çıkardı mı? Ekrem Dumanlı bu duru sorguladı.
Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı Dinç Bilgin'in
itirafları ile yeniden gündeme gelen andıç olayına farklı baktı.
Dumanlı ... medyaya önerilerde bulundu.
Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak:
-Eski medya patronu Dinç Bilgin’in 28 Şubat dönemini ifşa eden
açıklamaları, Ergun Babahan’ın yazılarıyla ve olayda ismi geçen
bazı gazetecilerin katılımıyla yeni boyutlar kazanıyor.
“Postmodern darbe”nin nasıl yapıldığı her açıklama ile daha bir
aydınlığa kavuşuyor. Ve görülüyor ki, demokratik sürece müdahale
etmek isteyen güçler, öncelikle medyayı kullanıyor. Daha ilk günden
özgürlük ve demokrasiden yana tavır koyamayan medya, krizler
derinleştikçe taviz vermek, emre boyun eğmek zorunda kalıyor. Öyle
ki demokrasinin en temel kurumlarını kurban vermek yetmiyor;
meslektaşlar bile feda ediliyor, tipik bir tükeniş felsefesi: “Bana
dokunulmadığına hatta bir kısım menfaatler sağlandığına göre
anti-demokratik taleplere evet derim; nasıl olsa bu rüzgâr da diner
ve her şey normalleşir”. Evet, gerçekten de bir gün fırtına
diniyor; ancak geride kan revan içinde kalmış, en azından yorgun
argın düşmüş bir basın kalıyor orta yerde.
Yanılgının asıl nedeni
Ergun Babahan’ın aydın dürüstlüğü içinde kaleme aldığı itirafların
satır aralarını doğru okumak gerekiyor. Mesela Babahan diyor ki:
“Bu karar, (hükümetin kurulması kararını kastediyor) Ankara’daki
meşhur “kurumlar”dan çok karteli rahatsız etti. Çünkü kendilerinden
icazet alınmamıştı, kabinenin oluşumunda devre dışı kalmışlardı.
Hatta bu konu öyle ileriydi ki, geçen hafta 28 Şubat ile ilgili bir
özeleştiri yapan Dinç Bilgin, “Refahyol’a doğru” manşetime karşı
çıkmış, iki grup karar vermedikçe kimsenin değil hükümet kurmak,
bakan bile atayamayacağını anlatmıştı. Ancak aynı günün akşamı
Erbakan başbakan oldu. Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren böyle bir
atmosferdi.”
Bu satırlar medyanın asker baskısına bilmecburiye girmediğini de
gösteriyor. Medya öyle inanıyor ki (daha doğrusu vehmediyor ki) bu
ülkede hükümet kurulacaksa büyük medya gruplarından mutlaka icazet
alınmalıdır. Hal böyle olunca darbelerin vebalini sadece askerlerin
baskıcı kanadına fatura edemezsiniz. Yani “ne yapalım üzerimizde
çok baskı vardı, direnmemiz mümkün değildi” diyemezsiniz. Daha
ortada hiçbir şey yokken medya, “Nasıl olur da bir hükümet benim
(ya da bizim) iznim alınmadan kurulabilir!” diyebiliyorsa, her
türlü kirli ilişkiye dünden razı demektir.
Türk basınının en temel hatası budur. Kendini 1. kuvvet olarak
gören, her türlü yönetim değişikliğinin kendisi tarafından
yapılması gerektiğini düşünen bir zihniyet öteden beri hep var
oldu. Ali Suavi’nin Bab-ı Ali isyanına karışması ile 60 darbesini
kışkırtan gazeteciler arasında çok büyük bir anlayış farkı yoktu.
Hatta Ali Suavi ve onun kuşağı sonradan gelenlere göre çok daha
saf, çok daha çocuksu duygularla hata yapıyordu. Çok partili hayata
geçildiğinde komitacı gazeteciliğin bitmesi gerekiyordu. Olmadı.
Gazetecilerin genlerine işlemişti devlete nizam verme alışkanlığı.
Sorumsuz yayıncılık sadece bir darbeye neden olmadı; aynı zamanda
asker-basın ilişkisinin kötü yanlarını gözler önüne bir kere daha
serdi. Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi milletin sinesinde
derin yaralar açmakla kalmadı; demokrasimizi özürlü hale getirdi.
Hadiseler soğuduğunda hatalar ayan beyan ortaya çıksa da gereken
ders alınamadı.
80’de askere “gel” diyen -ki sokaktaki hava da buydu- basın, daha
sonra yeterince özeleştiri yap(a)madı. Tansiyonun yükselmesinde,
terörün kendini basın yoluyla anlatmasında hatta teröristlerin
etrafa dehşet ve korku salmasında basının hiç mi rolü yoktu? Daha
sonra basın, 12 Eylül’ün darbe başını yerden yere vurdu. Haklıydı
kuşkusuz. Ancak darbe öncesi oluşan psikolojik havadaki suçunu hiç
masaya yatırmadı, belki de yatırmak istemedi.
28 Şubat, ne 60 darbesidir ne de 71 muhtırasıdır. 80 darbesine
benzemediği de ortada. Ancak büyük bir psikolojik harekât olduğu da
açık. Sandık başında çözülecek problemler, karargâh ile medya
merkezleri arasında kurulan özel bir hat sayesinde çözülmek
istendi. İnsanlar yaftalandı, tezgâhlar kuruldu, komplolar
yapıldı...
İşin doğrusu o günkü yöneticiler de hadiselere tam bir basiret
içinde bakamadı. Yaklaşan tehlikeyi sezememek bir yana, psikolojik
harp uzmanlarının elini kolaylaştıracak hatalar da yapıldı. Medya
zor dönemlerde hem korktu, hem korkuttu. Ortaya çıkan hava her şeyi
negatif etkiledi. Şimdi o günleri derinden derine yaşayanlar, “28
Şubat askeri yıprattı” diyor. Kimi yıpratmadı ki. Askeri,
politikacıyı, devleti... Demek istediğim şu ki; hiçbir darbeden
ders çıkarılamamış olsa da 28 Şubat “postmodern darbe”den yeterince
ders çıkarmak zorundayız. Neticede olay hâlâ sıcak; şahitler hâlâ
aramızda. Hazır Dinç Bilgin, Ergun Babahan, Mehmet Ali Birand,
Cengiz Çandar gibi isimler bildiklerini dile getirmişken diğer
şahitler de konuşmalı, yazmalı ve 28 Şubat’ın fotoğrafı doğru
çekilebilmeli. Bazı insanlar -üstelik isimleri zikredildiği halde-
suskun kalmayı tercih ediyor; buna anlam vermek mümkün değil.
Mesela Ali Kırca için onca şey söylendi, yazıldı. Ağzını bıçak
açmıyor Kırca’nın. Her gün köşe yazısı kaleme alacaksın, TV
programı yapacaksın ve ithamlar karşısında susacaksın! Olmaz
ki!
Maksat birilerinin hatalarını çarşaf çarşaf ortaya çıkarmak değil.
Böyle bir şeyin ne topluma yararı var ne demokrasiye. Ancak tarihe
mal olmuş bir dönemde önemli misyonlar yüklenmiş; hatta “Düğmeye
ben bastım” şeklinde açıklamalar yaparak “Siz de kim oluyorsunuz”
nevinden efelenen birilerinin bu kadar ağır ithamlar altında sükût
etmesine anlam vermek zor. Konuşacak ki diğer şahitler de konuşsun
ve en azından ortalama doğru bir sonuca ulaşılabilsin.
Medya yine mi oyuna geliyor?
28 Şubat ve o dönemin sembolü haline gelmiş “andıç” faciasının
konuşulması bugünkü gündem sıcaklığı içinde daha derin bir anlam
kazanıyor. Zira bugün de 28 Şubat benzeri bir taktikle Türk
toplumunun kimyasını bozmak isteyenler var. Bugün de hükümete tuzak
kurmak için tezgâh açanlar var. Bugün de toplumu birbirine
düşürecek plan yapanlar var. Bugün de milli ve dinî duyguları
tahrik etmek için insanları tahkir edenler var ve bu şer odakların
medet umduğu yer yine medyadır. Habbeyi kubbe yapmayı pek seven,
toplumsal çatışmayı körükleyecek her bilginin üzerine balıklama
atlamaya bayılan medya kuruluşları ve onun meşhur “duayenleri”
aranıyor yeniden. Madem daha dün denecek kadar kısa bir süre önce
yaşanmış 28 Şubat’ın hesabı verilemiyor ve madem o dönemden söz
açıldığında bazı meslektaşlarımızın naçar hali gazeteciliğe gönül
vermiş herkesi üzüyor; hiç olmazsa bu sefer medya sahipleri ve
yöneticileri daha dikkatli, daha soğukkanlı, daha dengeli
yaklaşmalı olaylara. Bu ülkede provokatörler fink atıyor. Onların
umurunda değil bu ülkenin istikrarı. Her rengi kendilerine
yakıştırıyor, her kılığa girebiliyor bu zümreler. O yüzden bu
maskeli baloyu tertip edenleri suçüstü yakalamak gerekiyor; ta ki
ülkeyi karıştırmak isteyen, aklıselimin aşılmaz sinesine çarpıp
geriye dönsün. 28 Şubat’ın yeniden tartışılmasına neden olan
açıklamalar bu bakımdan önem taşıyor; yoksa laf-ı güzaf deyip
geçilmeli bu tartışmaya. Bir ders-i ibret, bir ders-i hikmet
çıkarılmayacaksa boşuna nefes tüketiliyor demektir. Ancak buraya
kaydetmek zorundayım ki medyanın anti-demokrat bir eğilime
kapılmasına, asker-sivil ilişkisinde bir kez daha çuvallamasına ne
Türkiye’nin ne de bu mesleğin tahammülü kalmıştır.