Bir gün boyunca yediklerimizin/içtiklerimizin bir listesini
yapar ve listede bulunan her bir ürünün içindekiler kısmına biraz
kafa yorarsak ne kadar karmaşık bir besin üretim, işleme ve dağıtım
ağının olduğunu hemen idrak ederiz.
Bu üretim, işleme ve dağıtım ağının bir maddi bedeli var ve bu
bedeli olay yerinde markete öderiz. Bir de bu üretimin ve mevcut
sistemin çevreye bir faturası var. Bunu da tabiat ödüyor ve gelecek
nesiller ödeyecek maalesef. Çünkü 8 milyar insanın yemek
yediği/gelecek neslin de yemek yiyeceği çanak olan doğayı epey
istismar ediyoruz.
Buna “tarım sorunu” da diyoruz.
Tohumu toprağa bırakmadan önce traktörle sürdüğümüz anda
başlayan istismar, yediğimiz tabağı deterjanla yıkayana kadar devam
ediyor ve sürecin tamamı doğanın farklı düzeylerde istismarını
içeriyor.
Toprağı sadece kendi ekimini yapacağımız bitki için sürüyoruz
ilkin. Bunun için dünyanın en nitelikli ve üretken topraklarını
seçiyoruz. Dünya yüzeyinin % 11’ine ve tarıma elverişli toprağın
%36’sına karşılık gelen bir alan şu an tarım için kullanılıyor.
Orada yaşayan bütün bitki, hayvan ve mikroorganizmaları
uzaklaştırıp/ yok edip yerine kendi yiyeceğimiz bitkileri tek
başlarına ekiyor, dikiyoruz. Topraktaki dengeyi anlamadığımız ve
önemsemediğimiz için bu topraklar çok hızlı bir biçimde
fakirleşiyor. Yılda birkaç aylık bir döneminde kullandığımız bu
toprakları çıplak ve korunaksız haliyle öylece ortada bırakıyoruz.
Yağmur ve rüzgârla erozyon, bu verimli toprakların önemli bir
kısmını zamanla uzaklara taşıyor ya da yok ediyor. Toprak
fakirleştikçe bizim hırsımız artıyor ve aynı toprakta aynı verimi
alabilmek için sentetik kimyasallara dayanıyoruz.
İkinci büyük istismar burada başlıyor. Ayrık otlar ve
haşere ile mücadele etmek için zehirli kimyasalları tarla ve
bahçelere boca ediyoruz. Bu kimyasalların önemli bir kısmı
eğitimsiz ve özensiz bir şekilde uygulanıyor. Evet, haşere ve ayrık
otları ile mücadelede faydalı oluyor ama çok önemli bir kısmı
yiyeceklerle soframıza kadar gelebiliyor bu zehirlerin. Daha da
önemlisi rüzgâr ve yağmurla derelerimize ve yeraltındaki su
kaynaklarımıza kadar taşınıyor ve buralarda uzun süre yok olmayacak
bir kirlilik oluşturuyor. Bu ilaçlar bize hiçbir zararı olmayan
bitki ve hayvanları geri dönüşsüz bir şekilde zehirliyor.
Bahçedeki meyve ağacına sıkılan ilaç deredeki balığı da
kurbağayı da zehirliyor maalesef.
Verimi arttırmak ve toprakta kaybolan mineralleri dengelemek
için gübre kullanıyoruz. Sentetik yani yapay kimyasal gübreler.
Azot, fosfat, potasyum ve diğer mineralleri fabrikalardan alarak
toprağa atıyor ve üretimi belli bir dengede tutmaya çalışıyoruz.
Ancak tıpkı haşere ve ayrıkotu ilaçları (pestisit ve herbisit) gibi
gübrenin de çok az bir kısmı bitkiler tarafından alınıyor. Gerisi
ise akarsularla denizlere taşınıyor. Hem akarsularda ciddi
bir kirliliğe neden oluyor hem de denizlerde. Bu fazla gübre
gözle görünmeyen küçük su canlılarının aşırı çoğalmasına ve
öldükten ve çürüdükten sonra ise denizlerde oksijen bitmesine sebep
oluyor. Oksijen karada ne ise suda da o.
Denizlerde biten oksijen suda hayatı bitiriyor. Sentetik
gübrenin sorunları bunlarla da sınırlı değil. Fosile bağımlı
üretiliyor sentetik gübreler. Üretimleri dışarından ısı verilmeye
bağımlı ve üretimleri çevreyi kirletirken tüketimleri ayrı bir
sorun oluşturuyor.
Oysa tabiatı bu kadar istismar etmeden de beslenmek
mümkün. Doğal hayat üzerindeki ayak izini küçültmek ve daha az
tahribatla yaşamak olası. “Tarım sorunu” ve buna dair çözümlerle
devam edeceğiz.