Yediğimizin-içtiğimizin faturasını doğaya ve gelecek nesillere ödetmek-1

Gıda üretim, işleme ve dağıtım ağının bir maddi bedeli var ve bu bedeli olay yerinde markete öderiz. Bir de bu üretimin ve mevcut sistemin çevreye bir faturası var.

Muhammet Şakiroğlu msakiroglu@gmail.com

Bir gün boyunca yediklerimizin/içtiklerimizin bir listesini yapar ve listede bulunan her bir ürünün içindekiler kısmına biraz kafa yorarsak ne kadar karmaşık bir besin üretim, işleme ve dağıtım ağının olduğunu hemen idrak ederiz.   

Bu üretim, işleme ve dağıtım ağının bir maddi bedeli var ve bu bedeli olay yerinde markete öderiz. Bir de bu üretimin ve mevcut sistemin çevreye bir faturası var. Bunu da tabiat ödüyor ve gelecek nesiller ödeyecek maalesef. Çünkü 8 milyar insanın yemek yediği/gelecek neslin de yemek yiyeceği çanak olan doğayı epey istismar ediyoruz.

Buna “tarım sorunu” da diyoruz.

Tohumu toprağa bırakmadan önce traktörle sürdüğümüz anda başlayan istismar, yediğimiz tabağı deterjanla yıkayana kadar devam ediyor ve sürecin tamamı doğanın farklı düzeylerde istismarını içeriyor.

Toprağı sadece kendi ekimini yapacağımız bitki için sürüyoruz ilkin. Bunun için dünyanın en nitelikli ve üretken topraklarını seçiyoruz. Dünya yüzeyinin % 11’ine ve tarıma elverişli toprağın %36’sına karşılık gelen bir alan şu an tarım için kullanılıyor. Orada yaşayan bütün bitki, hayvan ve mikroorganizmaları uzaklaştırıp/ yok edip yerine kendi yiyeceğimiz bitkileri tek başlarına ekiyor, dikiyoruz. Topraktaki dengeyi anlamadığımız ve önemsemediğimiz için bu topraklar çok hızlı bir biçimde fakirleşiyor. Yılda birkaç aylık bir döneminde kullandığımız bu toprakları çıplak ve korunaksız haliyle öylece ortada bırakıyoruz.  Yağmur ve rüzgârla erozyon, bu verimli toprakların önemli bir kısmını zamanla uzaklara taşıyor ya da yok ediyor. Toprak fakirleştikçe bizim hırsımız artıyor ve aynı toprakta aynı verimi alabilmek için sentetik kimyasallara dayanıyoruz.

İkinci büyük istismar burada başlıyor.  Ayrık otlar ve haşere ile mücadele etmek için zehirli kimyasalları tarla ve bahçelere boca ediyoruz. Bu kimyasalların önemli bir kısmı eğitimsiz ve özensiz bir şekilde uygulanıyor. Evet, haşere ve ayrık otları ile mücadelede faydalı oluyor ama çok önemli bir kısmı yiyeceklerle soframıza kadar gelebiliyor bu zehirlerin. Daha da önemlisi rüzgâr ve yağmurla derelerimize ve yeraltındaki su kaynaklarımıza kadar taşınıyor ve buralarda uzun süre yok olmayacak bir kirlilik oluşturuyor. Bu ilaçlar bize hiçbir zararı olmayan bitki ve hayvanları geri dönüşsüz bir şekilde zehirliyor.  Bahçedeki meyve ağacına sıkılan ilaç deredeki balığı da kurbağayı da zehirliyor maalesef.

Verimi arttırmak ve toprakta kaybolan mineralleri dengelemek için gübre kullanıyoruz. Sentetik yani yapay kimyasal gübreler. Azot, fosfat, potasyum ve diğer mineralleri fabrikalardan alarak toprağa atıyor ve üretimi belli bir dengede tutmaya çalışıyoruz. Ancak tıpkı haşere ve ayrıkotu ilaçları (pestisit ve herbisit) gibi gübrenin de çok az bir kısmı bitkiler tarafından alınıyor. Gerisi ise akarsularla denizlere taşınıyor.  Hem akarsularda ciddi bir kirliliğe neden oluyor hem de denizlerde.  Bu fazla gübre gözle görünmeyen küçük su canlılarının aşırı çoğalmasına ve öldükten ve çürüdükten sonra ise denizlerde oksijen bitmesine sebep oluyor. Oksijen karada ne ise suda da o.  

Denizlerde biten oksijen suda hayatı bitiriyor. Sentetik gübrenin sorunları bunlarla da sınırlı değil. Fosile bağımlı üretiliyor sentetik gübreler. Üretimleri dışarından ısı verilmeye bağımlı ve üretimleri çevreyi kirletirken tüketimleri ayrı bir sorun oluşturuyor.

 Oysa tabiatı bu kadar istismar etmeden de beslenmek mümkün. Doğal hayat üzerindeki ayak izini küçültmek ve daha az tahribatla yaşamak olası. “Tarım sorunu” ve buna dair çözümlerle devam edeceğiz.