Yazılmayan günahlar
Abone olResmigeçit, yakın tarih üzerine politik bir roman
Şebnem İşigüzel, yeni romanı “”te tarihle hesaplaşma
gerekliliğini ve bunun yapılmadığı bir ülkede her tür zulmün
kazandığı meşruiyeti vurgularken, edebiyatın bu hesaplaşmada
üstlenebileceği role de dikkat çekiyor.
Siyasetin küçük dünyalarımıza bu denli nüfuz ettiği bir ülkede,
edebiyatın da siyasetle hesaplaşması hiç bitmez. Buna en güncel
örnek, Şebnem İşigüzel’in Doğan Kitapçılık’tan çıkan ve yakın
tarihin otuz yılını kapsayan “Resmigeçit” romanı.
Herkesin tanıdığı siyasetçileri, çağrıştırdıkları ile birlikte
birer kurgu karakter olarak görmek, bizim de kendi hayatımıza
mesafe almamızı ve çoğunlukla hiç de sorgulamadan yaşayageldiğimiz
akıl almazlıkları insan gerçekliği üzerinden algılamamızı sağlıyor.
Şebnem İşigüzel, meramını tam da bu algı sorunsalı üzerine
temellendirmiş. Sanki bize şöyle sorar gibi: Edebiyat olmasa, biz
bu hayatı nasıl anlardık?
“Bugünleri de yazacağız”
İşigüzel yoğunlaştığı romanın izleğini, bu yıl Sel Yayınları’ndan
çıkan “” kitabındaki öyküsüne dair yapılan söyleşinin bir bölümünde
paylaşmıştı, hatırlayalım: “Memleketin belleği buharlaştı, çoktan
kayboldu.
28 yıl geçmesine rağmen faşist, darbeci generallerin
boynuna sarılarak şarkı söyleyen şarkıcılar, o adamları tonton
dedeler sanan bir kuşak var.
Daha da kötüsü, hâlâ ve hâlâ darbe yapılmak
istenmesi, siyasete müdahale, sınıf çatışması, hatta topsuz ve
tüfeksiz olarak darbe yapılabilmesi. Vaziyet tuhaf. Toplumun
belleğini kaybetmesi ya da hasarlı bir bellekle ortada dolanması
acıklı. Ancak konumuz bu değil. Şükür elimiz kalem tutuyor.
Bugünleri de yazacağız.”
İşte şimdi elimizde o bugünleri tutuyoruz. Her kuşağın ya da
kesimin bir başına deneyimlediği ve yaşadığı, yanına kâr kalan
acıların birbiriyle nasıl ilişkili olduğunu, yazar postmodern bir
kurgu ve acıtıcı bir kara mizahla ‘resmigeçit’ imgesi içinde
sergilemiş.
Yetmişli yıllardan günümüze dek siyasi - toplumsal faaliyetlerini,
aynı senaryo- nun farklı tezahürleri şeklinde izlediğimiz tüm bu
karakterlerin aynı zamanda insani zaaflarına da tanıklık ediyoruz
romanda.
Karakterlerin arka planında ise başrolde Türkiye yakın tarihini
görüyoruz. Darbelerle budanmış Türkiye demokrasisinin açmazı,
büyükelçinin eşi Bayan Orlando’nun ağzından olanca açıklığıyla
özetlenmiş: “Bu ülkenin en büyük hatası, bir hatanın bile
varlığından söz edilmesinin mümkün olmaması.”
Tarihle hesaplaşma gerekliliğinin ve bunun yapılmadığı bir ülkede
her tür zulmün kazandığı meşruiyetin vurgulandığı romanda,
edebiyatın bu hesaplaşmada üstlenebileceği rol de kendini şu
ifadelerle hissettiriyor:
“Serüven trenine benzemez tarih! Kişiliksiz, yönetilmez, hesaba
kitaba gelmez, kavranamazdır ve hiç kimse kaçamaz elinden... Tarih
ucubesi her ne kadar yönetilemez, hesaba kitaba gelmez,
kavranamazsa da buna rağmen anlatılabilir, dolayısıyla üzerine
gidilebilir bir şeydir tarih.”
Hakikatle birlikte yaşamak
Tarihte geriye sayımın sıfır noktasına, Florya Köşkü’nün Mustafa
ismiyle bilinen hizmetlisi Kevork’un anıları eşliğinde 1915’i
yerleştiren yazar; Diyarbakır Cezaevi işkencelerine sarmalanmış
Kürt sorununa, ‘70’lerin sağ-sol, sonraki süreçlerin de adı
farklılaşmış ama özü aynı kalmış türlü kutuplaşma oyunlarına tek
tek yer veriyor.
Bunu neden yaptığını da, yine bir ben anlatıcının dilinden
anlıyoruz: “Ben sizin gördüğünüzü görmüyorum. Benim tanık olduğum
tarih başka. Yazılmayan, anlatılmayan utançlar, günahlar geçiyor
önümden. Onlara el sallıyorum ben. Bu ülkenin kaderi halkın
elindedir yalanına. Resmigeçit başladı.”
Bu ibretlik resmigeçidi izledikten sonra, artık unutmanın
kolaycılığına sığınmanın imkânı kalmıyor. Bakakaldığı olayların
arkasındaki hakikati edebiyatın gözünden görmeye ve onunla birlikte
yaşayamaya yüreği olanlar Şebnem İşigüzel’in bu kitabını
kaçırmasın.