Biz daha çocukluğumuzda
öğrendik, merhameti, vicdan muhasebesi yapmayı, kalbe dolması
gereken sevgiyi…
Allaha inanmanın, inançlı
olmanın kalp güzelliği olmadan bir işe yaramadığını…
“İnanıyorum”
demekle inançlı olunmadığını…
Dini, kutsal kitabı
anlamadan okumanın sevap falan olmadığını…
Sevap kazanmanın da öyle
kolay bir şey olmadığını…
Secdeye alnını koyuyorken
yüreğinde gerçekten sevgi yoksa saatlerce kafanı eğsen de bir halt
olmadığını…
Aç kalmanın
oruç tutmak manasına gelmediğini, parayı basıp
“Bir gidip geleyim” diye hac ziyareti yapmanın cennetteki yerini
kesinleştirmediğini…
Dini siyasete alet
edenlerin peşinden koşmak yerine, yalnız başına kaldığında Allah’ın
bağışlayan kollarına kendini bırakmanın güzelliğini…
Bir insanın hastalığıyla,
görünüşüyle dalga geçmenin ahlaki olmadığını, bunun dinde de
yerinin olmadığını, bunu yapanların da yatacak yerlerinin
olmadığını…
Sevmesen bile, bir insanın
başına kötü bir şey geldiğinde “Oh olsun” demenin insanlığa
sığmayacağını…
Bir ölünün arkasından asla
konuşulmayacağını…
İnsanların başına gelen
kötü olaylar yüzünden sevinilmemesi gerektiğini…
…
Bu durumda…
Salı günü yaptığı
konuşmayla gündeme damgasını vuran genel Kurmay Başkanımız İlker
Başbuğ’un dediği gibi, “Kimsenin inançlı ya da inançsız olup
olmadığını sorgulamak kimseye düşmez…”
Ama…
Din kostümü altında,
insanların duygularını sömürüp, iftiralarla, Allahtan gelen bir
hastalıkla bile dalga geçen bu “illetleri” görünce, yazdıklarını
okuyunca…
Yazıklar olsun diyorum ve
acıyorum hepsine…
İslam dininin
güzelliklerini göremedikleri, Allah sevgisini yüreklerinde
hissedemedikleri, insanları sevmedikleri, aslında yaratılan hiçbir
şeyi sevmedikleri, doğanın gücüne saygı duymadıkları
için…
Ve hiçbir VAKİT
öğrenemeyecekleri için!
nsrnylmz@gmail.com