Yarısı yayınlanmayan o mektup
Abone olMutlu, Tezcan'ın gönderdiği mektubu, yarısını kırparak köşesine taşıdı. İşte o mektupta kırpılan bölümler..
Mutlu olayı dün şu sözlerle köşesine taşımıştı: ne Erdoğan'ın
"Yunanistan Başbakanı Karamanlis'le öpüşmedik" dediği görüntülerin
yayınlanmasını önleyen Başbakanlık Basın Müşaviri Ahmet Tezcan,
dünkü yazımla ilgili bir mektup gönderdi... Ahmet, o görüntülerin
elbette haber değeri taşıdığını, kendisinin bunu hiçbir zaman "özel
hayat" olarak nitelendirmediğini, ama "bir kadının hassasiyetine
atfen ricada bulunduğunu söylüyor... İşte Ahmet Tezcan'in mektubu:
"Sevgili Mustafa. Dostça uyarın için teşekkür ederim. Öncelikle,
gazetecilerin işlerini yapmalarını engellemek gibi bir gayretim
hiçbir zaman olmadı. Mevcut işimde her şeye 'Evet' diyerek
çalışmıyorum. Benimle konuşan arkadaşlara 'Bu onun özel hayatı'
falan demedim. Gazetecilikteki özel hayat, kamu yararı gibi
kavramların neler olduğunu bilmeyenlerden de değilim. Ben TRT ile
birlikte bazı özel TV yöneticilerine 'bir kadının hassasiyetine'
atfen bir ricayı ilettim ve 'Bu da onun kendi özelidir' dedim.
Ricaya uyanlar oldu, uymayanlar oldu. Uymayanlara ne yapıldı? Hiç.
Peki; hiç kimse uymasaydı ne yapılacaktı? Yine hiç. TRT Genel
Müdürü yahut Haber Daire Başkanı görevden mi alınacaktı? Hayır.
Çünkü hükümetin öyle bir yetkisi yok. Bana hiç kimse, bu görüntüler
haber midir diye sormadı. Sorsalardı cevap hazırdı; evet haberdir.
Peki, ben bir TV yöneticisi yahut gazeteci olsaydım ve benim
ilettiğim tarzda bir rica iletilseydi ne yapardım? Yayınlamazdım.
Çünkü yayınlandığında kamunun yararlanabileceği bir şey yok,
sıradan bir protokol hatasının magazinel görüntüsünden ibaret.
Fakat yayınlandığı zaman bir kadının duygularının rencide olması ve
bazı siyasi çevreler tarafından bu görüntünün istismarı ile aile
hayatının altüst edilmesi ihtimali var. Bir kadının duygularının
rencide olmasını önemsemek ve bu duygulara saygı göstermek, sansüre
boyun eğmekle suçlanmayı gerektirecek kadar ağır bir eylem midir?
Yoksa gazeteciliği düşünürken insanca duyguları yok saymak gibi bir
mecburiyetimiz mi var? Çuvalladığını kanaatinde değilim. Önceden
savunduğum fikirlere aykırı bir eylemim de olmadı. Mesleğime
dönmekten daha çok istediğim bir şey yok. Fakat nereye döneyim?
Haydi bunun cevabını da sen ver! Ahmet Tezcan" Sevgili Ahmet... Her
gün binlerce kadının "hassasiyeti"nin ayaklar altına alındığı bir
ülkede, ben Emine Hanım'ın hiçbir ayrıcalığa sahip olduğunu
düşünmüyorum. Emine Hanım her ne kadar aksini iddia etse de, senin
de kabul ettiğin gibi ortada büyük bir "protokol gafı" var ve bu
dünyanın her yerinde haberdir... Bu haberin engellenmesi için
yapılan her türlü rica da, bana göre en azından "sansür
girişimi"dir.. Bu arada "Nereye döneyim?" diye soruyorsun... Hele
sen bir niyetlen; emin ol ki, talibin çok olur. Ancak Mutlu,
mektupta bazı yerleri atladı. Ahmet tezcan'ın iddiası bu. Tezcan'ın
gönderdiği mektup ise şöyle.. Karşılaştırın ve kararı siz verin:
gili Mustafa Mektubu yayınlayasın diye değil, bilesin diye
göndermiştim. “Herkes bilsin” düşüncesiyle yayınlayacağını
söyledin. Fakat görüyorum ki, mektubumdaki bazı satırları “Kimse
bilmesin” diye çıkarmışsın. Mektubumdaki “işine gelen” cümleyi
başlığa çıkarmana bir şey diyemem, ancak “işine gelmeyen” satırları
budama eylemi, güya o çok titizlendiğin “sansür” değilse nedir?
Basın etiği açısından; yalan yazmak ile gerçeğin bir kısmını görüp
bir kısmını saklamak ve gerçeği tersine çevirerek “takla attırmak”
arasında hiçbir fark yoktur. Mektubumu, makaslanan satırları siyah
karakterle işaretleyerek yeniden gönderiyorum ve madem ki ‘herkes
bilsin’ diye düşünüyorsun, ben de aynı düşünceyle bu mektubu ve
itirazımı herkesle paylaşmak istiyorum. Umarım bu davranışım
“basını susturmaya yönelik çabaların bir örneği” olarak takdim
edilmez. Ahmet Tezcan İşte gönderdiğim mektubun tam metni: Sevgili
Mustafa Dostça uyarın için teşekkür ederim. Ağızdan çıkan lafı
olduğu gibi aktarmak yerine kırpıp biçmeyi, eğip bükmeyi, boyacı
küpüne sokup çıkarmayı adet edinmiş bir gazetecilik ortamında
gazeteler aracılığıyla dert anlatmanın zorluğu yüzünden, doğrudan
size yazma gereği duydum. Öncelikle, gazetecilerin işlerini
yapmalarını engellemek gibi bir gayretim hiçbir zaman olmadı.
Mevcut işimde her şeye evet diyerek çalışmıyorum. Şu ana kadar bu
görevi sürdürmüş isem, hayır’larımın sebebini anlattığımda doğru
olanı kabullenmek haysiyetine sahip bir ‘patron’ ile çalışıyor
olmamdan kaynaklanıyor. Yoksa zaman içinde iğdiş edilmiş malum
bürokratik yapıya tahammül benim için imkansız olacaktı. Benimle
konuşan arkadaşlara “bu onun özel hayatı” falan demedim.
Gazetecilikteki özel hayat, kamu yararı gibi kavramların neler
olduğunu bilmeyenlerden de değilim. TGC’nin Türkiye Gazeteciler Hak
ve Sorumluluk Bildirgesi’ni sürekli cebinde ve çantasında taşıyan,
neredeyse bütün maddelerini hıfzetmiş bir kişiden böyle bir saçma
gerekçe serdedileceğini düşünmek de abes olur kanaatindeyim. Ben
TRT ile birlikte bazı özel TV yöneticilerine “bir kadının
hassasiyetine” atfen bir ricayı ilettim ve “Bu da onun kendi
özelidir” dedim. Ricaya uyanlar oldu, uymayanlar oldu. Uyanlara
gösterdikleri nezaket ve hassasiyetten dolayı teşekkür edildi, o
kadar. Uymayanlara ne yapıldı? Hiç. Peki hiç kimse uymasaydı ne
yapılacaktı? Yine hiç. TRT Genel Müdürü yahut Haber Daire Başkanı
görevden mi alınacaktı? Hayır. Çünkü hükümetin öyle bir yetkisi
yok. O yetki Radyo Televizyon Üst Kurulu’na ait. Üst Kurul’un
hiçbir üyesi bu hükümet ve mensubu olduğu parti tarafından seçilmiş
değil. Yaptırım yetkisi ve gücü olmayanların ricası nasıl “sansür”
telakki edilebilir? Bana hiç kimse, bu görüntüler haber midir diye
sormadı. Sorsalardı cevap hazırdı; evet haberdir. Peki, ben bir TV
yöneticisi yahut gazeteci olsaydım ve benim ilettiğim tarzda bir
rica iletilseydi ne yapardım? Yayınlamazdım. Çünkü yayınlandığında
kamunun yararlanabileceği bir şey yok, yayınlanmadığında kamunun
yaralanması söz konusu değil, sıradan bir protokol hatasının
magazinel görüntüsünden ibaret. Fakat yayınlandığı zaman bir
kadının duygularının rencide olması ve bazı siyasi çevreler
tarafından bu görüntünün istismarı ile aile hayatının alt-üst
edilmesi ihtimali var. Bir kadının duygularının rencide olması
önemsenmeyecek bir olgu mudur yahut bu duygulara saygı göstermek
sansüre boyun eğmekle suçlanmayı gerektirecek kadar ağır bir eylem
midir? Yoksa gazeteciliği düşünürken insanca duyguları yok saymak
gibi bir mecburiyetimiz mi var? Çuvalladığım kanaatinde değilim.
Önceden savunduğum fikirlere aykırı bir eylemim de olmadı. Hakkımda
temel unsurları bilerek eksik bırakılmış gazete haberlerine
dayanarak kanaat oluşturmak ve kamuoyuna açıklamak yerine, ‘karşı
tarafı’ da dinleyerek bir hükme varmaya çalışsaydınız hakça
düşünmüş ve davranmış olurdunuz. Sevgili Mustafa Mesleğime
dönmekten daha çok istediğim bir şey yok. Fakat nereye döneyim?
Hadi bunun cevabını da sen ver! Sevgilerimle Ahmet Tezcan