Ya yarın Öcalanı da dinlemezlerse!..
Abone olHakkari'den izlenimlerini aktaran Murat Belge'den can alıcı soru geldi: Peki bu çocuklar yarın Öcalan'ı dinlemezlerse?!
Hakkari'den izlenimlerini üç gün boyunca aktaran Murat Belge'den
bugün alarm mahiyetinde bir uyarı geldi: Peki bu çocuklar
yarın Abdullah Öcalan'ı da dinlemezlerse?!
Murat Belge'nin 'Abdullah Öcalan'ı dinlemeyecek'
diye sözkonusu ettiği çocuklar kimdi?
Bu sorunun yanıtı Belge'nin bugünkü saklı:
- Victor Serge Belçika’da doğmuş bir Rus devrimcidir. Gene
devrimci olan ailesi, Çar Aleksandr’ın öldürülmesinden sonra
polisin Rusya’da estirdiği terörden kaçarak Belçika’ya sığınmıştı.
Serge Türkiye’de, Ant Yayınları’ndan çıkan, tam adını şimdi
hatırlamadığım, ama polisin eline geçen yeraltı militanına sorgu
sırasında nasıl davranması gerektiğini anlatan bir kitabıyla
tanındı. O sıralar herkes böyle bir deneyimden geçmeye hazırlandığı
için bunu okumayan kalmamıştı. Bir faydası oldu mu, bilemem.
Ben daha sonra anılarını okudum ve çok değerli buldum. Serge,
Belçika’da, daha çocuk yaşta, anarşist olduğunu anlatır. Balinanın
karnında olma metaforunu kullandığını hatırlıyorum. Yaşama
koşullarının ona ve arkadaşlarına bu psikozu verdiğini söyler.
Varoluş koşulları onları dövüşmeye iter. Ne var ki, amacı
tanımlanmış, hedefi belirlenmiş bir dövüş değildir bu. Sonunda
kazanılacak bir şey de yoktur. Kıstırılmışlıkları içinde, sadece
dövüşürler; bununla bir yere varmayı akıllarından geçirmezler.
Hakkari’de gençleri ve ayrıca çocukları görünce, Serge’in bu
gençlik anıları aklıma geldi. Gördüklerimin bana ilkin bunu
hatırlatması çok doğaldı, olması gerektiği gibiydi. Brüksel
balinasıyla, Hakkari balinası çok farklı olabilir, ama sen bir
gemide veya sandalda değil de balinanın karnındaysan, hangi balina
olduğu çok fazla fark etmiyor.
Bu “balina” metaforunu ben de Yılmaz Güney’in dünyaya bakışını
yorumlamak için kullanmıştım. Ama en ünlü kullanımı
Orwell’ınkidir.
“Biz taş atmayalım da ne yapalım” diye soruyordu bana, Hakkari’deki
genç. Anlatmaya çalıştığım psikozun en iyi açıklaması bu sorudur
herhalde. Taş atmasının dünyanın gidişini değiştirecek bir sonucu
olmayacağını o genç biliyor; böyle bir beklentisi yok. Bir şey
yapması gerekiyor, yapmadan da duramaz. Dünyanın gidişini
değiştirmek için değil, kendine kendini kabul edilir kılmak için
atıyor taşı.
Yazar, söyleriz, “Çocukları anlamalıyız. Çocuklara ‘çocuk
muamelesi’ çekmek doğru değildir. Onlarla büyük adamla konuşur gibi
konuşmalıyız” falan filan.
Türk adalet sistemi, bu pedagojik bilgeliklerden çıkara çıkara,
çocuklara yirmişer, otuzar yıl hapis cezası verme dersini çıkardı
ve böylece çocuklarla “büyük adam” ilişkisi kurduk.
Yetmişlerde doğan Kürtler şimdi kırklı yaşlarına giriyorlar.
Seksenlerde doğanlar otuzlarına girerken onların bazılarıyla hâlâ
konuşabiliyoruz. “Tevellüt tarihi” bugünlere yaklaştıkça, konuşma
imkânları da azalıyor. “Tartışma” ya da “diyalog kurma” gibi
şeylerden söz etmiyorum, en basit, en yalın haliyle “konuşmak”
diyorum. Yaşı küçük olanlarla konuşamamak, söylenen sözlerden aynı
şeyi anlamamakla ilgili bir durum.
Hakkari’de arabamızın önünü kesen, yüzünü poşusuyla örtmüş on üç,
on dört yaşındaki çocuğu düşünüyorum. Başka koşullar altında onunla
karşı karşıya gelsek, ne konuşabilirdik, bunu düşünmeye
çalışıyorum, ama aklıma bir şey gelmiyor.
Aynı kelimeleri kullanabiliriz, ama o kelimelere aynı anlamları
veriyor olamayız. “Dünya” kelimesinden ne anlıyoruz, sık sık lafını
ettiğim “taş” onda ve bende hangi çağrışımları harekete geçirecek,
“hayat” ne demek?
Ama sorun yalnızca bu “semantik” tıkanıklık sorunu da değil.
“Dinlemek” isteyecek mi? Arabayı kullanan Halit ona Kürtçe bir şey
söylediği zaman onu dinlemiyor. Ben Türkçe adını sorsam adam yerine
koyup cevap verir mi ya da “Şu bardağı şu masanın üstüne
koyuversene” desem benim isteğim üstüne bu zahmete katlanır mı? Pek
sanmıyorum. Bugün sözünü dinleyeceği ve yerine getireceği tek kişi
(anası babası falan da hiç değil) Abdullah Öcalan’dır. Ama yarın
onu da dinler mi, hiç emin değilim.