Umur Talu'dan tarihi açıklamalar
Abone olBir zamanlar Doğan Grubu'nun gözdesi olan Umur Talu'dan tarihi açıklamalar. Aydın Doğan Milliyet'i nasıl sansürledi?. Tansu Çiller kimleri Talu'ya örnek gösterdi?..
Umur Talu, Erutğrul Özkök'ün dünkü yazısını, anılarını
tazeleyerek eleştirdi. İşte Umur Talu'nun bir döneme ışık tutan
yazısı... Meşum bir fotoğrafın perde arkası ile parmak şıkırtıları
Durup dururken vesile gelir seni bulur. Hafızanı, arşivini tahrik
eder; didikler, kolileri döker, sandıkları boşaltır. Normalden uzun
bir yazı döker. Vesile önceki gün iki yerden birden geldi, kapıyı
çaldı. Bir tanesi, Ertuğrul Özkök'ün yazısıydı. Ki, insanda hafıza
olmasa, hatıra olmasa... Hepsi bir yana, hafızayı ve hatırayı da
hepten silsen de, sadece umut olsa... Al, bir "bağımsız gazetecilik
manifestosu" diye sevinçle başının üstüne koy. Şu cümleler
bilhassa: "... biat kültürüne, koşulsuz itaate alışmış. Çünkü onu
destekleyen gazeteler bir parmak şıkırtısı ile susta durmuş, ikinci
parmak şıkırtısı ile borozan (kimi de "borazan" olmalı!) gibi
ötmeye başlamış. Dedim ya, ona alışmış bir kere. Öteki gazetelerden
de aynı şeyi bekliyor. Yani sustalı maymun gibi durmalarını. Ama
öyle değil. Öteki gazeteler arasında sokağa kulak veren,
yanlışlıkların üstüne gitmekten korkmayan yayın organları ve
gazeteciler var. Parmak şıkırtısının ne anlama geldiğini
bilmiyorlar. Doğru bildiklerini yazıyorlar. ... Sanıyorlar ki,
büyük bir beyin parmağını şıkırdatıyor. Alttaki ecirler bir anda
harekete geçip makineyi çalıştırıyor. Kimi manşeti atıyor, kimi
sayfayı çiziyor. Kimi başyazı yazıyor, kimi kenardan destek
unsurları sağlıyor." Harika tespit. Lakin, parmak, boru, susta,
maymun, şıkırdatma, makine, manşet, sayfa, başyazı, kenardan destek
filan denince, insanın aklına "28 Şubat'ın andıçı" gelir, kimin
"borozan" kimin borazan olduğuna dair kafası karışır. Ama asıl
hatıra bu değil. Bir yerlerden emir İkinci vesile, büyük reklam
ajansı sahibi Nail Keçili vasıtasıyla geldi. Kimsenin hapse
düşmesini temenni etmediğim bu dünyada, belli ki, Egebank yüzünden
o duruma düşmesi onda fırtınalar da yaratmış. Beni şimdilik
ilgilendiren kısmı, Vatan'daki söyleşide, "Murat Demirel'le arkadaş
değil miydiniz?" sorusu üzerine cevabı: "Yalan. Tabii ki görüştüğüm
bir insandı. Ama yıllara dayalı bir dostluk değildi. Bir gazete bir
fotoğraf yayınladı. Murat Demirel'le ben yanyanayız. 'Yıllara
dayalı dostluk' diye verdiler. Oysa o fotoğrafın ucunda Evren de
vardı. Onu kesmişler. O gazetenin patronuna rağmen, onun ricasına
rağmen o fotoğraf yayınlandı. Demek ki ısrarla yayınlayan genel
yayın yönetmeni bir yerden emir aldı." Bu sözleri, mesela internet
sitesi Medyatava, "Satır arasını aralıyoruz" diyerek "Dönemin
Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Umur Talu'yu bir yerden emir almakla
suçladı" diye yorumlamış. Çabalarını saygıyla karşılamakla
birlikte, asıl satır aralarına niye girmediklerine merakla, devenin
"nerem doğru ki" dediği bu olayda bir de ben gireyim satır
aralarına. Neresi meşhur! Dönem, Egebank'a el konulduğu günler.
Egebank, o ana kadar "Nesi meşhur" reklam ve ilanlarıyla medyaya
anormal para akıtıyor. Arşivlerde olan, nedense unutulmuş bir
fotoğraf vardır: Keçili'nin ajansında, onun himayesinde, Murat
Demirel kanepeye kurulmuş, mütebessim. Çünkü etrafında koca
gazetelerin genel yayın yönetmenleri de muhabbetle yerlerini almış.
Pasta paylaşılıyor. Derken Egebank'a el konuluyor. Tabii haber
yapılıyor. Ancak, arada "parmak şıkırtıları" da mevcut. Mesela,
Egebank kameralarına takılmış bir görüntü var; Demirel, yanında da
iri kıyım birisi. Mesela CNN-Türk bu görüntüyü bir kere veriyor.
Derken görüntü bir yerde çıkmaz oluyor. Bir parmak şıkırtısı, o
kişi Keçili olduğu için yayınlanmasını engelliyor. Bir de fotoğraf
var. Belli ki, bankaya el koyanlar bulmuş, ortaya çıkarmış, bütün
medyaya iletmiş. Fotoğrafta, bir tatil beldesinde, Demirel ile
Keçili, çok samimi. Başka zaman olsa, bir ehemmiyeti olmayacak bu
sahnenin önemi şu: Keçili, o sırada Demirel'le bir samimiyeti
olmadığı söylüyor. Fotoğraf ise, samimiyetin belgesi. Kamu yararına
ve bilgisine. Medyaya ulaşan karede gerçekten Evren yok. Belki ilk
kaynağında kesilmiştir. Ama yok. Olsa, şahsen ben, habere büyük
sadakatle onu da koyardım. Teslimiyet ve direniş O sırada,
Medyatava'nın yazdığının aksine, Milliyet'in genel yayın yönetmeni
değilim. O sıfattan 1994 sonunda istifa etmiştim. Milliyet'in
satılıp geri alındığı 1998'de öyle bir teklif vaki ama, sonuçta
Yalçın Doğan Genel Yayın Yönetmeni, ben ise Genel Yayın
Koordinatörü olmuştum. Fotoğraf olayından hemen önceki gün, Yalçın
Doğan Ankara'da iken gazete yazıişleriyle ilgileniyorum. Gündemde,
Emin Çölaşan'ın ortaya attığı, "Murat Demirel'den çantayla para
alan gazeteci" iddiası var. İddia doğru-yanlış, ama isim herkesin
dilinde olduğu halde haberlerde yok. O gün iyi bir muhabirden, o
yazara, "Kastedilen gazeteci siz misiniz?" diye tek bir soru
sormasını istedim. "Hayır" derse, başka soru sormayacak, "Evet"
derse, diğer sorular gelecekti. Rauf Tamer "Evet, benim" dedi;
sonra diğer sorulara, iddialara, kendi cevaplarını verdi. Bir
kelime eklenmeden, sadece soru-cevap, bu söyleşiyi "O gazeteci
benim" başlığıyla Milliyet'in sürmanşetine koyduk. Öğleden sonra
ben ayrıldım; zaten Yalçın Doğan dönecekti. Beni aradı ve gazetenin
sahibinin bu söyleşinin çıkartılmasını istediğini söyledi. Ben,
söyleşinin sadece soru-cevap olduğunu, cevaplara saygı
gösterildiğini, yine de çıkartma kararının kendisine ait olduğunu,
çıkartırsa öncelikle yazıişlerinde çalışanların, muhabirlerin moral
açıdan çökeceğini filan söyledim. Üzgündü, çok sıkıntılıydı, ama
haber sansürlendi. İşte o fotoğraf ertesi gün ulaştı. Benim tepem
atmıştı ve bir gün önceden dolayı hiç ümidim yoktu. Ama, Yalçın,
bir gün öncenin içini yiyen sıkıntısıyla da fotoğrafı yayınlamaya
karar verdi. Çok sevindim. Daha önemlisi, yazıişleri, muhabirler
gururlandı, gazeteleriyle onur duydular. O akşam bütün yazıişleri,
bunun heyecanıyla birlikte yemeğe gidildi. Akşam ve gece boyu,
Yalçın'ın telefonu durmadı; hep aynı taleple: "Fotoğrafı çıkartın!"
Keçili'nin, nasıl oluyorsa gayet iyi bildiği "rica" bu. Yalçın,
hepimizin yanında buna direndi. Ve en azından tüm büyük gazetelere
ulaşmış fotoğraf, bir tek Milliyet'te yayınlandı. Ortada "bir
yerlerden emir" filan yoktu. Emir adına, bir tek "yayınlamayın"
baskısı vardı. Onu yayınlatan, bir gazetecilik heyecanı patlaması,
deyim yerindeyse, parmak şıkırtılarından geçilmediği bir ortamda,
gazetecilerin bağımsızlık, doğru haber isyanıydı. Belki karar çok
önceden verilmişti ama, fotoğrafın çıktığı gün biz de "gittik"
zaten. Kimler yayınlamadı? Vatan'da Keçili ile söyleşi yapan
gazeteci Devrim Sevimay işte bu soruyu da sormalıydı: "Patronun
ricasına rağmen bir gazete yayınladığına göre, diğerlerinde bu
ricalar yahut isteklerden dolayı mı yayınlanmadı? Kimler ricalara
uydu?" Doğan Grubu'nun diğer gazeteleri, Hürriyet, Radikal, Posta
niye yayınlamadı mesela? Şimdi Vatan'da olan o dönemin Sabah
yöneticileri Sabah'ta niye yayınlamadı? O yüzden, Özkök'ün "parmak
şıkırtılı" manifestosu, aslında şakurtu şukurtu. Şıkırtıyla haber
yapanlar, şıkırtıyla haber ve fotoğraf yutanlar, şimdi ders
veriyor. Gerçekten değişmişlerse, şapka! Fakat asıl vahim olan,
reklam yeteneklerini tartışmasam da, hep iktidarlara yakın olmuş,
hep büyük medyaya yakın durmuş Keçili'nin, "akım" derken, bu
işlerin "...ok"unu da belirtmiş olması. Bu nasıl bir medya
dünyasıdır ki, reklamcılar, işadamları, siyasetçiler,
haber-fotoğraf konup konmamasına karışır, patronlar üstünden
ricalara, isteklere, baskılara tevessül edebilir... Ve bu ricalar
(siz "emir" diye okuyun) silsileyle devam eder. Keçili de hatırlar:
Ben gerçekten Milliyet'in genel yayın yönetmeniyken, 1994
haziranında, o zaman Doğan Grubu'nda olmayan Hürriyet ile Sabah'ın
elini sürmediği, gelen bilgileri gizlediği, "Çiller'in ABD'deki
serveti" ni ortaya çıkartmıştık... Ve Keçili de, namlarına
çalıştığı Çillerler de haber yayınlanmasın diye epey "ricacı"
olmuştu. Milliyet'in sahibi Aydın Doğan o zaman buna direnmişti; 28
Şubat'ta Çevik Bir'in "bu adamı ve şunları atın" ricalarına da.
Demek ki, sonradan vuku bulan "vahim bir değişim" var. O yüzden,
Ertuğrul Özkök'ün dünkü yazısında "Pravda"yı görünce, gülümsedim.
Pravda gibi devlet, iktidar gazetesi isteyenlere çatıyordu. Bu tam
da 10 yıl önce, benim Çiller'e söylediğim şeydi: "Sovyetler'de bile
bir Pravda vardı. Siz üç tane istiyorsunuz." Çünkü, o dönem
kendisiyle, hükümetle ilgili olumsuz haberleri gizleyen Hürriyet ve
Sabah ile yayın yönetmenleri Özkök ve Mutlu'yu örnek gösterip
"sorumlu gazetecilik yaptıklarını" filan söylemişti. O zaman bunu
aktardığımda, Aydın Doğan gülmüştü. Şimdi ben gülüyorum. Nereden
nereye! Kaynak: Sabah Gazetesi