Uluç'tan genç gazetecilere fırça!
Abone olSabah Yazarı Hıncal Uluç'un gazetelerdeki polis-adliye muhabirlerine yönelik eleştirileri sürüyor. Uluç, Ağca olayında yine muhabirleri suçladı!
Uluç "Aşk filmindeki gazetecilik dersi.." başlıklı yazısında
gazetecilere bir de film izlemelerini önerdi!
Yazı : Hıncal ULUÇ
www.sabah.com.tr
Filmin gerçekten çok hoş bir finali var.. Tatlı bir sürpriz.. Bu
sürpriz size, Kar ve Kaplan'ın bir aşk değil, sevgi filmi olduğunu
gösteriyor son anda..
Şimdi bu ne demek?..
Hıncal'ın bilmecesi..
Filmi seyredin bakalım, ondan sonra tartışalım..
Ama filmi seyredin mutlak.. Çünkü seyre değer.. Çünkü, aşkın,
sevginin, adını ne koyarsanız işte onun şiiri bir film bu..
Şirin.. Sevimli.. Söyleyecek çok şeyi olan bir film.. Bol konuşan,
durmadan konuşan Roberto Benigni'nin ağzından bol bol söylüyor
zaten..
Benigni edebiyat hocalığı yapan bir şair.. Attilio adı.. Bir ara
not.. Filmin kahramanına bu adı, ünlü yönetmen Bertolucci'nin şair
babası Attilio Bertolucci'ye ithafen vermiş.
Filmin başındaki ders sahnesinde öğrencilerine şiir yazma üzerine
söylediği uzun lafları keşke toparlama imkanım olsaydı da, size
burada nakledebilseydim. Sırf onları bir daha dinlemek için bile
giderim filme o kadar güzel.. Finaldeki Tom Waits'in şarkısını
dinlemek için de giderim.. Ne kadar güzel oldu, bu defa seyirciler
"Son" yazdı diye ayaklanmadılar, bu güzel şarkıyı benim gibi
keyifle sonuna kadar dinlediler..
Film, aşkın ya da sevginin nasıl mucizeler yaratabileceğini anlatır
görünüyor yüzeyden bakarsanız.. Ama aslında bir "Yenilmeme"
destanı..
Tüm umutların tükenmiş göründüğü anlarda bile yenilgiyi kabul
etmeyen bir adamın neler başarabileceğinin öyküsü..
Daha geçen hafta, genç gazeteci arkadaşlarımla bu sütunlarda sohbet
ederken "Koşullar ne kadar zorsa, zafer o kadar büyük olur"
demiştim. Sanki bu lafımı kanıtlamak için yazılmış ve çekilmiş bir
film..
Önemli olan, "Ben elimden geleni yaptım, ama koşullar işte.." deyip
yenilgiyi kabul etmek değil, sonuna dek mücadeleyi sürdürmek..
Koşullara bakar mısınız?..
Sevgilisi Bağdat'ta
bir harabe hastanede, şair Roma'da.. Kadın komada.. Günleri,
saatleri sayılı..
Havadan, karadan her türlü girişin imkansız olduğu Bağdat'a
gideceksiniz.. Hastane harap.. Doktor yok, hemşire yok.. Beyin
travması geçiren kadına çok ileri ilaçlar gerek, kentte eczane
kalmamış açık.. Oksijen gerek yok.. Serum gerek yok.. Bulma imkânı
da yok.. Zaten durmadan bombalanan kentte, sokağa çıkmanın imkanı
yok..
Daha kötü koşullar aklınıza geliyor mu?.. Gelseydi, onu da yazar
senaryoya koyardı zaten..
Buna rağmen şair yenilgiyi kabul etmiyor.. Yatakta kıpırdamadan
yatan kadındaki tek hayat işareti nefes alması..
"Nefes alıyorsa umut vardır, umut varsa, yapacak bir şey de
vardır.."
O zaman.. O zaman koşulları zorlayacaksın.. Yenilgiyi kabul
etmeden, koşulları sonuna kadar zorlayacaksınız..
Filmin en unutulmaz sahnelerinden biri.. Kafasını fena halde vurup
komaya girmiş kadını kurtarmak için Kortizon gibi bir yığın
günümüzün ileri ilacı gerek, aspirin bile bulunmayan Bağdat'ta..
Şair, 80 yaşındaki emekli eczacıya soruyor.. "Bu modern ilaçların
olmadığı yıllarda, kafasını sert bir yere vuran ölür müydü?.. Ne
yapardınız onlara.."
O zaman düşünüyor "Çare yok" diyen eczacı.. Düşünüyor.. 60 yıl önce
kafa travması geçiren hastalara, eczanede yaptıkları, kocakarı
ilacı gibi şeyleri hatırlıyor.. Zeytinyağı, soda, kül gibi
şeylerden yapılan.. Bombalanan Bağdat'ta bunları da bulmak zor, ama
mümkün.. Denemeye değer.. Yani.. Yani, çare tükenmiyor,
görüyorsunuz..
İşte felsefe bu.. Yenilmezliğin felsefesi.. Yenilgiyi kabul
etmemenin..
Başarının felsefesi bu işte..
Yöneticilik
yaptığım 30 yıl boyunca, çalışma arkadaşlarıma Cihat Baban'ın bana
öğrettiği bu felsefeyi anlattım..
"Bana mazeret söylemeyin. Buraya özür sıralamaya değil, işi
başarmaya geldiniz.."
Filmden çıkarken Cihat Bey'in sözleri geldi aklıma..
Telefon kesikti. Tek haber kaynağı Anadolu Ajansı servisini
Menderes kestirmişti. Kimse maaş alamıyordu, aldığımız da 10-15
dolar eden 40 lira ayda.. Tüm gazeteyi çıkaran da 8 kişi.. Genel
Yayın Müdürü dahil.. Koşullar bu..
"Bu haber niye bizde yok" derdi.. Cevabı da beklemezdi..
"Bana önünüzdeki engelleri, içinde bulunduğunuz koşulları
anlatmayın. Bu gazeteye rakiplerin casusu olarak gelmediniz ki,
kastınız olsun. Tabii geçerli bir özrünüz vardı yapamamak için..
Ama niye olsun?.. Her türlü özrünüz, işin başarılamadığı gerçeğini
gizlemiyor ki? 25 kuruş verip gazetenizi alan okura ne sizin
özrünüzden. O gazetesinde haberi ister.. Bu yüzden ne kadar haklı
olursa olsun, sebepleriniz beni ilgilendirmiyor, boşuna anlatmaya
çalışmayın, dinlemem" der ve döner arkasını giderdi..
Şimdi kendimi Cihat Bey'in yerine koyuyor ve tüm medyaya
soruyorum..
M. Ali Ağca, cezaevinden tahliye edildikten sonra tam 8 gün,
içimizde, aramızda, burnumuzun dibinde yaşadı.. Bir, tek bir
gazeteci Ağca'ya ulaşamadı.. Sokakta, pencerede tek kare resmini
görüntüleyemedi. Geçin.. "İşte bu evde" diye perdeleri kapalı
pencere bile gösteremedi..
Bu, Türkiye'de polis adliye muhabirliğinin bittiğinin
resmidir..
Bakın.. Yargıtay kararı iptal etti. İstanbul polisi Ağca'yı 1.5
saat sonra aldı. Nasıl başardı bunu..
Çünkü Ağca'nın kaldığı yeri biliyorlardı. Polis izlemişti Ağca'yı..
Gazeteci izleyememişti.
Gazetecilik çevre demektir. İnsan tanımak demektir. En kritik
noktalarda kaynakların olacak. Polis biliyorsa, gazetecinin
polisteki bu bilgiye ulaşacak kaynakları olmalı.. Gazetecinin her
yerde "Adamı" olmalı.. Haber böyle bulunur.. Hani?..
Şimdi, Sevgili Genel Yayın Müdürüm Fatih, sevgili kardeşim Savaş,
gene meslektaşlarını savunmaya geçebilirler.. Bana uzun uzun
koşulları anlatabilirler..
Dinlemem.. O koşulları biliyorum..
Bu koşullarda Ağca'ya ulaşan, bu koşullarda onu resimleyen, bu
koşullarda o kayıp 8 günün haberini yapan adam "Gazeteci" sıfatını
almaya hak kazanırdı..
Hiç kimse başaramadı, hiçbir gazete, hiçbir televizyon..
Beni ötesi ilgilendirmiyor.. Okuru ve tv izleyicisini de..
İtalyan basını, MİT ilişkilerini kaynak gösterip bu sekiz gün
içinde Ağca'ya suikast teşebbüsleri olduğunu yazdı.. Ağca'nın
tekrar içeri alındığına nerdeyse memnun halleri bu haberi doğrular
gibiydi.
Benim medyamın MİT'te de kaynağı yoktu!.
8 günlük Ağca serüveni, Türk medyasının ağır yenilgisidir.
Kar ve Kaplan'ı özellikle ve öncelikle genç gazeteci arkadaşlarıma
öneriyorum.. Filmi izlediklerinde ne demek istediğimi daha iyi
anlayacaklardır..