Üç tunç tas has hoş hoşaf nasıl yapılır?
Abone olEgeli bir babaannenin mutfağından en lezzetli şerbet ve hoşaf tarifleri su gibi akan öykülerle süslendi.
“Meyve suya aktı, şerbet oldu. Hoş-abdan geriye hep
şükür kaldı.”
Elif Ayla, “Şerbet ve Hoşaf – Hatıralarda Kalan Yudum
Yudum Lezzetler” kitabıyla geçmişimizin hoş bir
yanını bugüne taşıyor. İnsana kırılıverecekmiş gibi gelen incecik
bardaklarda ikram edilen buz gibi şerbetler. Şerbet kokularıyla
hafızamıza kazınmış düğünler, nişanlar, loğusa ziyaretleri. Akraba
ziyaretleri. Tahta sandalyeler. Utangaçlıklar. Gözlerin içiyle
gülünen eski güzel günler…
Şerbet gibi havaların, şerbet gibi insanlarla, şerbetten nafakalar
çıkarılan günlerin, güzel su içilir yemeğin yanında diye, hoş-ab
denilen hoşafların, o unutulmaz tatların bir araya geldiği bir
çalışma bu…
Hepsi, insan israfı icat etmeden evvel bulundu. Meyvelerin, otların
son hallerine, hadlerine kadar, şükür kazanında kaynatılıp sofraya
getirilmesiyle oluşturuldu. Bütün şerbetler ve hikâyeler aslında
suya yazılmış methiyeler. Suyu kaç şekilde içebileceğimizi
anlatıyorlar. Meyveye eklenen su değil, suya eklenen meyveler
onlar. Her şerbet ve her hoşaf, insan emeğinin nimete dokunup,
Barekallah demesi.
Elif Ayla kitabında, babaanne mutfaklarından bugüne kadar gelen,
yok olmalarına izin verilmeyen şerbet ve hoşafları anlatıyor.
Hoşaflar hikâyelere dökülüyor, şerbetler anılarla birleşiyor. Kitap
bir tarifler bütünü olmaktan çok, bir yaşam biçimini tarif ediyor.
Şefkat, şerbetten akıyor. Hoşaftan geriye çekirdekler değil, anılar
kalıyor.
Ramazan ayında siz de sofralarınızı meyvenin suya aktığı
şerbetlerle süsleyin:
KAVUN ŞERBETİ
Bu şerbet eskilerin hiçbir şeyi israf etmedikleri günlerden
kalmadır aslında. Hiçbir şeyin böyle bol ve kavanozda kolay bulunur
olmadığı zamanlarda, insanlar damak tadı uğruna yeni şeyler bulmak,
hiçbir şeyi de zayi etmemek durumunda idiler. Kavun şerbeti, namı
diğer subye, işte öyle zamanlardan kalmadır.
Malzeme:
Yaklaşık iki orta boy kavunun çekirdeği
5 su bardağı su
4 su bardağı şeker
Yapılışı:
Kavun çekirdekleri yıkanır, bir tepsiye alınıp, güneşte kurumaya
bırakılır. Efendim eskilerin evlerinde bakır havanlar vardı. Hâlâ
imkân varsa, kavun çekirdeklerini bakır havanda dövmenizi öneririm.
Dövmek demişsek de, çok eziyet etmeden, hafif irice kalacak kadar
çevirsek kâfi. Bir yandan da suyu kaynamaya koyalım. Kaynayan suya,
havanda şöyle bir çevirdiğimiz çekirdekleri koyalım. Bir taşım
kaynatıp, şekeri ekleyelim. Sonrasında temiz bir tülbentten
geçirelim şerbetimizi. Cam şişelere, sürahilere koyup
soğutalım.
Bu şerbeti bir başka şekilde de yapmak mümkün. Daha modern evler,
yeni hayatlar için bu tarifim de. Bütün malzemeyi robota koyup,
iyice çevirelim. Sanki sıvı, mayonezimsi bir görünüm alana kadar
devam edelim. Yine tülbentten süzüp, sürahiye koyarak soğutalım.
Servise hazır içeceğimiz.
NANELİ LİMON ŞERBETİ
Bu şerbeti Sultan II. Abdülhamid pek severmiş.
Malzeme:
4 adet limon
5-6 dal taze nane
1 su bardağı şeker
3 su bardağı su
Yapılışı:
Limonların suları sıkılır. Nane yaprakları bir miktar şekerle bakır
havanda dövülür, macun kıvamına getirilir. Temiz, seyrek dokumalı
bir tülbente konur. Ağzı sıkıca bağlanan tülbent limon suyunun
içine bırakılır. Bir gece soğumaya bırakılır. Sabah nane kesesi
şerbetten alınır. Kalan şeker ilave edilip, eritilir. Tekrar dolaba
kaldırılan şerbet, servise hazırdır.
Bu şerbeti yaparken, naneleri bütün halde bırakmayı tercih edenler
varsa da, nanenin bir süre sonra salyamsı bir görünüme sahip
olmasından dolayı ben yukarıdaki yöntemi tercih ediyorum. Taze
nane, servis ederken bardaklara konursa, çok daha güzel oluyor.
Aynı şerbete dilim limon ve kavrulmuş çam fıstığı da pek
yakışıyor.
LOĞUSA ŞERBETİ
Malzeme:
3 adet loğusa şekeri
36 adet karanfil
9 adet kabuk tarçın
4,5 çay kaşığı zencefil
24 adet karabiber
9 su bardağı su
3 tatlı kaşığı file badem
Yapılışı:
Badem haricindeki bütün malzemeyi suya koyup kaynatırız. 15 dakika
kadar kaynayan malzeme tülbentten geçirilerek süzülür. Soğutulan
şerbet, üzerine badem serperek servis edilir.
Elif Ayla kimdir?
Sokakları deniz kokan o şehirde doğdu. Bahçesinde bir hurmayla bir
de iğde ağacı olan o cami yapıldıktan tam ama tam 600 yıl sonra. O
iğdenin altında çok ama çok kitap okudu. Musalla taşında beş taş
oynadı. Nil kenarında hiç kahve içmedi. Ama Üsküdar sahilinde içti.
Küçüklüğünden beri ermeye çalışıyordu. Bunun için iğdeyle
yetinmedi. İncir ağacının altında, üstünde, muhtelif yerlerinde
kitap okudu. Netice malum.
Doğduğu yerden dolayı adı Zeytincir olacaktı. Kader, lamelif oldu.
Okudu, yazdı falan. Sonra başına talih kuşu mu kondu, yedi kandilli
Süreyya’nın tacı mı oturdu bilinmez, bir minareler sarayına
geliverdi. Bütün o camilerin ve masalların ve kedilerin ve
kokuların toplandığı o şehre. Tam masalın içinden geçiyorum diyordu
ki orada kalıverdi. Masalın içinde iki harf tuttu. Sırlı iki harf.
Harflerin peşine düştü. Masallardan şehirler, şehirlerden masallar
toplayıp, kelimeye iman etti.