Türkiye'yi zehirlediler!
Abone olÖzlem Gürses'le Haftaya Başlarken'in bu haftaki konuğu Dış Politika uzmanı Prof. Dr. Deniz Ülkü Arıboğan...
Özlem Gürses'le Haftaya Başlarken
Merhaba... Bundan sonra her Pazartesi "Haftaya Başlarken"de birlikte olacağız.
Bazen akademiden, bazen sanattan, bazen siyasetten çok farklı isimlerle sizin için sohbet edeceğim. Sizin sorularınızı sormaya çalışacağım. En açık şekliyle.
Başlarken, ilk konuğum her zaman çok konuşulan ve fikirleriyle ufuk açan bir Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler profesörü, Prof. Deniz Ülke Arıboğan.
En güncelinden en geneline pek çok soru sordum Arıboğan'a.
Hiç şüphesiz ki yanıtları yine çok tartışılacak.
Buyrun, başlıyoruz...
İstanbul Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyesi Prof. Deniz Ülke Arıboğan: Bu toprakların üzerinde yaşayan halklar bir imparatorluk bakiyesi ve özünden yüzlerce birlikte yaşamayı başarmış, birlikte sevinip üzülmüş insanlar. Özünde bir hoşgörü kültürü olması şart. Sonradan enjekte edilmiş ideolojiler, bu uyumlu yaşamı zehirlemiş. Toprak insandan daha kıymetli addedilmiş ve ötekine karşı bir nefret üretilmiş.
* Dün, bütün Türkiye Lefter'i uğurladı muhteşem bir veda töreniyle... tüm araştırmalarda "yabancı" pek sevmeyen Türkiye toplumu tek yürek olmuştu Lefter için.. Nasıl açıklıyorsunuz bu manzarayı ?
Türkiye'de yapılan bir çok araştırma toplumumuzun kendisine ait görmediği, yani yabancı olarak tarif ettiği kimselere karşı toleranslı ve sevgi dolu olmadığını gösteriyor. 2011'de tekrarlanan Türkiye Değerler Araştırmasında başka bir dinden komşu istemeyenlerin oranı %39 idi. Öteki din spesifik olarak tanımlandığında, mesela Hristiyan komşu istemeyenler diye altı çizildiğinde bu olumsuzluk % 48'i buluyordu.
Ateist komşu istemeyenlerse % 65'e yakındı. Buradan şunu anlıyoruz. Türkiye'de başka dinden insanlarla birlikte yaşamaya karşı olumsuz yaklaşan insanların sayısı diğer modern, demokratik topluluklara oranla daha yüksek. Lakin bu toprakların üzerinde yaşayan halklar bir imparatorluk bakiyesi ve yüzlerce yıl birlikte yaşamayı başarmış, birlikte sevinip üzülmüş insanlar. Özünde bir hoşgörü kültürü olması şart. Sonradan enjekte edilmiş ideolojiler, bu uyumlu yaşamı zehirlemiş.
Toprak insandan daha kıymetli addedilmiş ve ötekine karşı bir nefret üretilmiş. Ben bu nefretin soğanın kabuğunda olduğunu, kabuklar soyulup da iç katmanlara doğru geçildikçe öze yani "bir olana" doğru dönüldüğünü düşünüyorum. Kibir, korku, öfke gibi duygular o özün üzerini kapatıyor. Ama ne zaman ki bir simge bize özümüzü çağrıştırıyor, o zaman büyük bir hızla soğanın cücüğünden kaynaklanan duygularımız ortaya dökülüyor. Lefter herkes için özü hatırlatan bir simge idi. Üstelik sadece Fenerbahçe'ye ya da futbola ait bir kimlik olmanın dışında tüm toplumu kucaklayan sessizce öze dönüş çağrısı yapan bir kimlikti.
Kuşkusuz futbol ve Türk sporu açısından da çok özel bir insandı. Metin Oktay, Gündüz Kılıç, Baba Hakkı gibi nesillere mal olmuş düzgün ahlaklı, sevilen, tüm takım taraftarlarında aynı saygıyı uyandıran profillerden birisiydi. Sporun, özellikle de futbolun etik, adalet, paylaşım gibi kavramlar üzerinden sorgulandığı böyle bir dönemde, ahlakından sual edilemeyecek bir kimlikti. Ve kanımca bence bu manada da bir öze dönüş çağrısı yapıyordu Lefter kimliği. Herkesin içindeki "iyiye" dokunan bir kişiydi, çok sevildi, sayıldı. Mekanı Cennet olsun.
* Lefter Türkiye'ye "yadigar"dı sanki... Biraz da geçmişte Türk - Yunan halkları arasında olup bitenin sıkıntısı, hüznüyle mi bu kadar sevilmişti acaba ?
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişki politik psikoloji bakımından incelenmeye değer bir alan. Birbirine bu kadar benzeyen, bu kadar çok şeyi paylaşmış, halkı akraba olmuş iki devlet nasıl birbirine düşman olmuş sorusu bir çok araştırmacının kafasını kurcalıyor. Toplumların tutumu ile devletlerin tutumu bu anlamda farklı değerlendirilebilir. Devletler siyasetin rasyonalitesi çerçevesinde karar alır, halklar ise duygusaldır. Politik psikoloji seçilmiş travmalar ve zaferler üzerinden toplumların davranışlarını analiz ediyor. Bu travmalar bazen yüzlerce binlerce yıl geriye doğru gidebiliyor.
Bugünkü Yunan kimliğinin önemli bir parçası Osmanlı'dan yani Türk olarak tanımladığından kopuş üzerine temelleniyor. İstanbul'un İzmir'in kaybı ve Anadolu'dan kopuş onlar açısından travma. Türkiye ise Osmanlı'nın çözülüş dönemindeki ihanet olarak tanımladığı hikayelerin ve Kurtuluş savaşında Yunan işgali girişiminin travmasını taşıyor. Konuya neresinden bakarsanız bakın Türklerin Yunanlılara yönelik olumsuzluğu, Yunanlıların Türklere yaklaşımından çok daha hafif. Türkiye'nin düşman tasarımı çok başlı ve her yönden. Doğudan, Batıdan, Kuzeyde düşmanlarla çevrili olduğunu düşünüyor. Oysa Yunanlılar başka politik sorunları olmakla birlikte Türkiye'ye daha fazla konsantre. Büyük ve küçük olmanın yarattığı duygusal fark da belirleyici burada.
Ancak şunu söylemeliyim ki, Lefter Yunan halkının bir parçası olarak algılanmadı Türkiye'de. O bize göre Rum asıllı Türk'tü. Bizden birisiydi. Kimilerine göre bu asimilasyon kültürünün bir uzantısı gibi görünebilir ama burada siyasi değil duygusal bir tanımlama olduğunu düşünüyorum. Örneğin Fenerbahçeli Alex de Brezilyalı ama birçokları onu Türk gibi seviyor.
"Siyasetçilere hain ya da kahraman olarak bakılmasını çok yanlış bulurum. Rauf Denktaş Türk siyasi tarihinin en önemli figürlerinden biridir."
* Aynı gece Rauf Denktaş hayatını kaybetti... Kimine göre sürekli "hayır" diyen bir lider, kimine göre bir "dava adamı"ydı Sayın Denktaş. Kim kazandı, kim kaybetti adada ? Neden eskisi kadar konuşmuyoruz Kıbrıs'ı ?
Sadece Kıbrıs'ı değil, hiç bir konuyu uluslararası konjonktürden bağımsız olarak gündemde tutamıyoruz. Kıbrıs AB gündemimizin bir parçası olduğunda çok popülerdi. Keza askeri gündemimizin bir parçası olduğunda da öyle. Son dönemde ada çevresindeki petrol yatakları ile gündeme geldi, yeniden gelecek. O gündem Ortadoğu ve Doğu Akdenizle bağlantılı olarak gelişecek. Şimdilerde Irak ve Suriye üzerinden Ortadoğu gündemimiz çok sıcak. Yarın bir başka konu masaya gelir, onu tartışmaya başlarız.
Denktaş, Kıbrıs konusunda hangi paradigma çerçevesinde düşündüğünüze bağlı olarak bir kahraman ya da kötü bir siyasetçiye dönüşebilir. Türkiye'nin AB hedefini ön planda tutan, Kıbrıs meselesinin bir an önce sorun olmaktan ve uluslararası ortamda Türkiye'nin önünü tıkayan bir engel olmaktan çıkarmayı hedefleyenler için başarısız bir siyasetçidir. Portakal bahçesi uğruna Kıbrıs meselesini çözmekten vazgeçmiştir denir. Oysa dünya dengeleri, Kıbrıs'ın Doğu Akdeniz'deki jeopolitik değeri, ada çevresinde Avrupa'ya 150 yıl yetecek petrolün varlığı olarak konuyu ele alırsanız, Denktaş bir kahramandır. Kıbrıs'ı teslim etmemiş, yıllarca uluslararası örgütlerin askeri anlamda müdahale etmesini engelleyen diplomatik mücadelesi ile Türk ordusunun adadaki varlığını kalıcı kılmıştır.
Siyasetçilere hain ya da kahraman olarak bakılmasını çok yanlış bulurum. Rauf Denktaş Türk siyasi tarihinin en önemli figürlerinden biridir.
* Türk Dış politikası uzun zamandır siyasetten değil akademiden gelen birinin direksiyonunda... Sayın Davutoğlu başarılı mı sizce ?
Bu soru siyasetçilere yönelik kahraman mı hain mi sorusunun bir devamı aslında. Başarılı olunan bölümler de var, başarısız olanlar da. Davutoğlu göreve geldiğinde siyasi bir model oluşturdu ve bu model çerçevesinde Türkiye'nin bölgesel bir güç olması için belli ilkeler belirledi. Bugün dünyanın her yerinde Türkiye'nin büyüyen gücünden söz ediliyorsa bu sadece ekonomik veriler, siyasi liderler ya da askeri durumla açıklanamaz. Diplomasi yeteneği de parametrelerden birisidir.
Ben teknik açıdan, modelsiz bir gidiştense, hataları olsa bile modeli belirlenmiş bir siyaseti tercih edenlerdenim. Belirlenen ilkelerin zaman zaman işlememesi dünya siyasetindeki büyük dalgalanmadan kaynaklandı. Arap Baharı ve ardından gelişebilecekler önceden tahmin edilemezdi. "Sıfır sorun politikası" Türkiye'nin dünyaya sorunları üzerinden değil, yeni çözümler, yeni ilişkiler düzleminde bakmasını amaçlıyordu. Bu anlamda başarılı da oldu, zira artık yıllardır konuştuğumuz eski sorunlardan söz etmiyoruz. Konjonktürden de kaynaklanan yeni sorunlarımız var. Eski ilkeler bu yeni sorunlarla yüzleşmeye uygun değil. Yeni ilkelerin hayata geçmesi gerekiyor.
Bugün rejimlerle değil, halklarla yürüyoruz söylemini önemli buluyorum ve destekliyorum. Hümanist değerlerin, etik ilkelerin, mezheplerüstü bakışın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Buradaki sorun ilkelerinizin başkaları tarafından da inandırıcı ve fonksiyonel bulunması. İç politikanızla dış söyleminizin örtüşmesi. Arada boşluk olduğu zaman, başarısızlık kaçınılmaz olur.
* Davutoğlu'nu çok romantik bulanlar da var....
Olabilir. Her plan kağıt üzerinde olduğu kadar mükemmel işlemiyor tabii ki. Aynı coğrafya üzerinde farklı hedef ve arzuları olan başkaları da var ve onların da alternatif modelleri var. Bu bir mücadele. Gücünüzün yetmeyeceği kadar iddialı olursanız romantik ya da ihtiraslı sayılabilirsiniz. Ben uzun vadedeki kazanımlar için kısa dönemli başarısızlıkların tolere edilebileceğini inanıyorum. Ayrıca şu anda dünyada dış politikası başarılı diyebileceğimiz kaç ülke var? Hiç var mı? Tüm ülkeler zor durumda. Sonuçta iyi politika ve kötü politika sular durulduğunda ayrışacak, anlaşılacak. Ben Davutoğlu'nun özellikle İslam dini konusundaki bilgisinin bu dönemde çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mezheplerin ne anlam geldiğini, inançların gücünü, kavramlardaki hassasiyeti iyi biliyor. Bölgeyi tanıyor ve tehlikeleri sezebiliyor. Bu bakımdan başarılı olma ihtimalini yüksek görüyorum. Umarım yanılmam.
* Dünyanın her yerinde iç politika ile dış politika bu kadar göbekten bağlı mı ?
Uluslararası ilişkiler derslerinde öğrettiğimiz en önemli konulardan bir tanesi "linkage politics" dediğimiz bu iç - dış politika bağlantısıdır. İç politika net bir biçimde dışarıda olan değişimlerle şekillenir. Dünyadaki trendler, içerideki eğilimleri şekillendirir. İç politikadaki değişimler de dışarıya yansır. Özellikle seçimler sonucunda sistemin başat aktörlerinde liderlik değişimi söz konusu olursa, dış dünyada etkileri olabilir. Örneğin Bush'un seçimi ABD'lilerden daha çok Irak'ta yaşayan, ya da ölen insanların kaderi üzerinde etki etmiştir. Bu yıl gerçekleşecek ABD seçimleri bir çok şeyin değişmesine, kartların da yeniden dağıtılmasına yol açabilir. 11 Eylül bir iç krizdir bakıldığında ama tüm dünyanın yeniden dizayn edilmesine gidecek yolu açmıştır.
"Türkiye Sünni-Şii gerilimi açısından da, Arap-Kürt-İran gerilimi açısından da taraf olma potansiyeline sahip. Lakin el attığı anda eline bulaşacak bir kanlı çamur var ortada. Çok dikkatli olunması gerekiyor. ABD kendi işini kendisi görmekten vazgeçmiş görünüyor, eski taktiklere geri dönüş var. İnsanları birbirine kırdırıp sonra kurtarıcı olarak geri dönecekler. Daha önce İran ile Irak'ı savaştırmayı başarmışlardı. Yine aynı tezgah kuruluyor ama bunu görecek gözler var mıdır bilemiyorum..."
* Arap Baharı'na ne oldu ? Daha çok bir sonbahar gibi bölgenin iklimi bu aralar...
Arap Baharı biraz Mart iklimini anımsatıyor, kapıdan baktıran ve kazma kürek yaktıran cinsten. Batı romantizminin giderek hüsrana dönüştüğünü ve özellikle de radikal İslam tehdidinin Arap baharını alkışlayanlarda bir endişe yarattığını gözleyebiliriz. Diktatörlüklerin yıkılması güzel haber ama yerine gelenlerin demokratik ve adil sistemler kurabilecekleri çok şüpheli. Büyük bir istikrarsızlık dalgası hakim tüm bölgede. Bunu bir geçiş dönemi olarak tanımlamak belki en doğrusu. Bir sihirli değnek darbesiyle bin yılların geleneklerini değiştirmek mümkün değil elbette ama özellikle enformasyon teknolojisindeki değişim, halkların dünyada neler olup bittiğinden daha fazla haberdar oluşu, dünyadan yansıyan etkiler ve iyi örneklerin cazibesi göz önüne alındığında, bir kaç yıl içerisinde daha iyiye doğru bir gelişim olması beklenebilir. Benim en büyük korkum mezhep kaynaklı büyük bir savaşın tüm Ortadoğu'yu bir kan gölüne dönüştürmesi.
* Irak'ta da çok sıcak gelişmeler var. Kimileri ABD bölgeden gittiğinde Türkiye'nin kendisini bir bataklığın ortasında bulacağını düşünüyor... Sizce ?
ABD zaten gitti. Ve bugün ABD gitsin diyenler, niçin erken gitti geri dönsün diyenlere bıraktı yerini. Bu çok hazin bir şey aslında. Birileri sizin evinize geliyor, iyi veya kötü düzeninizi yıkıyor ve yerine yeni bir şey inşa etmeden toparlanıp kendi evine dönüyor. Geride kendisine inananları, güvenenleri başıboş bir biçimde aç kurtların önüne atarak hem de. Irak tam böyle bir duruma sahne oluyor şimdilerde. Her gün yeni bir terör eylemi gerçekleşiyor, yüzlerce binlerce insan hayatını kaybediyor, mezhepsel gerilim körükleniyor. En zor durumdakiler ise Kürtler. Bölge halkı onları Amerikan işbirlikçisi olarak görüyor, üstelik kendilerine bırakılmış olan petrol bölgeleri herkesin iştahını kabartıyor. Türkiye Sünni-Şii gerilimi açısından da, Arap-Kürt-İran gerilimi açısından da taraf olma potansiyeline sahip. Lakin el attığı anda eline bulaşacak bir kanlı çamur var ortada. Çok dikkatli olunması gerekiyor. ABD kendi işini kendisi görmekten vazgeçmiş görünüyor, eski taktiklere geri dönüş var. İnsanları birbirine kırdırıp sonra kurtarıcı olarak geri dönecekler. Daha önce İran ile Irak'ı savaştırmayı başarmışlardı. Yine aynı tezgah kuruluyor ama bunu görecek gözler var mıdır bilemiyorum.
* Biraz da batıya dönsek. Türkiye'nin AB hedeflerinden çok uzaklaştığını görüyorum ben, katılır mısınız?
Katılırım. Zira Türkiye AB hedefini bir hızlandırıcı olarak gördü hep. İktidarlar açısından çağdaş, müreffeh bir ülke olma yolunda bir araçtı AB. AKP açısından ise AB'nin ve normlarının ikinci bir manası vardı. İktidar olup da muktedir olamadığı bir düzenin, özellikle de askeri vesayetin kaldırılması ve demokratikleşme idealiyle siyasetin düzenlenmesini sağlamak söz konusuydu. AB'ye dair genel amaca da, spesifik amaca da ulaşıldığı için bu konu eski sıcaklığını yitirdi. Bugün hala sürmesinin temel nedeni dış politikadaki denge hedefi. AB artık Türkiye için bir iç değil, dış siyaset aracı. AB'nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi kriz de mesafeyi biraz açıyor. Sarkozy-Merkel ikilisinin anti-Türkiye yaklaşımı da geçici bir soğuma yarattı kuşkusuz ama kanımca hedef hala yerinde duruyor. Sadece eskisi kadar "tek hedef" niteliğinde değil.
Can Bonomo Eurovision'da yarışacak...
* Son olarak, BİLGİ mezunu bir genç adam Can Bonomo bu yıl Eurovision'a gidiyor. Kendisi de açıklıyor zaten, Sefarad Yahudisi'yim diye. Sadece bir musevi olduğu için TRT tarafından seçildiğini söyleyen yorumlar okudum... Nasıl değerlendiriyorsunuz bu yorumları ? 25 yaşında bir genç adam Türk-İsrail ilişkilerine farkında bile olmadan bir kapı açabilir mi ?
Her konuyu siyasi temelde analiz etmeye çalışmak hastalıklı bir tavır bence. Can Bonomo İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencisi olduğu için benim de özellikle takip ettiğim ve çok sevdiğim bir genç sanatçı. Çok özgün ve sıradışı. Şimdiye kadar hiç hangi dine inanıyor, hangi mezhepten diye sorgulamadım; sorgulamaya da niyetim yok. Benim için Türkiye içindeki tüm renkleriyle bir anlam taşıyor. Vaktiyle "ataları ormanların kralı olan bir ulusa, sırf papatyalardan kurulu bir bahçenin bahçıvanı olma ideali yakışıyor mu?" diye sormuştum. Ben yakıştıramıyorum da.