Türkiye'nin engeli yine Türkiye

Abone ol

The Economist dergisinin bu haftaki başyazısında Türkiye'nin AB yolundaki engelin yine kendisinin olduğu belirtildi. Erdoğan ve hükümet kıyasıya eleştiriliyor.

Erdoğan ve hükümeti, 3 Ekim'de başlaması beklenen AB'ye üyelik müzakereleri için yeterince hazırlık yapmadıkları gerekçesiyle kıyasıya eleştiriliyor.
17 Aralık'a gelinen süreçte kapsamlı reformlar yapılıp müzakere tarihi alındığı, fakat o günden beri tek çivi çakılmadığı öne sürülüyor.

Erdoğan, The Economist'e verdiği röportajda bu eleştirilerin haksız olduğunu söyledi. Gizemli bir biçimde 'kendilerine karşı yürütülen harekât'tan dem vurdu. Hükümetinin 'kendisinden beklenen her şeyi yapacağını ve gereken tüm adımları atacağını' söylerken, 'AB sürecinde tam bir kararlılık içinde olduklarını' vurguladı. Erdoğan, asıl zorlu sınavın reformların uygulanmasında verileceğini kabul etti ve bunun bir 'zihniyet değişimi' gerektirdiğini belirtti. AB ile müzakereleri yönetecek birini atamayı beceremediği eleştirilerine karşı da Erdoğan, telaşa mahal olmadığını, müzakere görevini bizzat kendisinin yürüteceğini ifade etti.

Peki 3 Ekim öncesi bütün meseleler halledilmiş durumda mı? Pek değil. Resmi olarak Türkiye'nin yerine getirmesi gereken iki koşul daha var. Birincisi yeni ceza yasasını yürürlüğe sokmak. İkincisi ise AB ile gümrük birliğini, Kıbrıs da dahil, geçen yıl birliğe katılan 10 yeni üyeyi kapsayacak biçimde genişleten protokolü imzalamak.

Ancak başka sorunlar da var. Aralık zirvesi neredeyse Kıbrıs hakkındaki kesin ifadeler üzerine kuruldu. Kıbrıs'ın Türkiye ile müzakereleri daha uzun müddet gölgeleyeceği de biliniyor. Papadopulos neşeyle dikkat çektiği gibi, Türkiye'nin katılımını veto etmek için birçok fırsat bulacak. Ne de olsa müzakereler 10 yıl veya daha fazla sürebilir.

Daha yakında iki sorun söz konusu: Fransızlar ve Hollandalılar iki hafta içinde AB Anayasa'sını oylayacak. Her iki ülkede de Türkiye'nin muhtemel üyeliği, 'hayır'cı cephenin propagandasında kullandığı önemli bir silah niteliği taşıyor. Bu ülkelerden hayır çıkarsa, hükümetler Türkiye ile müzakerelere başlanmaması, en azından ertelenmesi yönünde baskı altına girecek.

Dahası AB kamuoyu müzakerelerin başlamasına büyük oranda karşı. Chirac, Türkiye'nin üyeliğine yönelik referandum yapılacağı konusunda seçmenlerine söz verdi; diğer ülkeler de bu örneği takip edebilir. Almanya'da muhalefetteki Hıristiyan Demokratlar Türkiye'nin tam üyeliğine karşı, fakat müzakereler bir kez başladıktan sonra süreci bloke etmeyecekler. Her ne kadar Erdoğan müstehzi biçimde Vatikan'ın AB üyesi olmadığından dem vursa da, yeni Papa, Türkiye'nin üyeliğine karşıt tutumuyla tanınıyor.

Ancak, Ankara'daki bir AB diplomatının da söylediği gibi, Türkiye'nin üyeliği önündeki en büyük engel AB değil: o engel Türkiye'nin kendisi. Bu, kısmen bir anlayış meselesi. Türkler AB üyeliğini, gerçek bir pazarlık konusu olarak görüyor: Yani taviz verirlerse, karşılığında AB'nin de taviz vereceğini umuyorlar. Oysa müzakereler, AB müktesebatının yükümlülüklerinin kabulünden ibaret. Bu, sadece sıkıcı ortak pazar düzenlemelerini değil, insan hakları, azınlıklara yaklaşım ve dinsel-demokratik özgürlükler gibi daha geniş kaygıları da içeriyor.

Erdoğan bunların Türkiye için artık sorun olmaktan çıktığında ısrarlı. Geçen yıl yapılan reformlara rağmen birbiri ardına olumsuz gelişmeler yaşandı.

Erdoğan'ın sitemi Öte yandan Erdoğan, AİHM'nin Türkiye aleyhine aldığı kararlar konusunda da, hükümetinin bu kararların çoğunluğuna katılmadığını söylüyor. AİHM bu hafta içinde, Öcalan'ın 1999 yılındaki mahkemesinin 'adaletsiz' olduğuna hükmetti.

Erdoğan, Türkiye'nin bağımsız mahkemelerine müdahale edemeyeceğini kaydediyor. İnsan hakları örgütlerinin Kürtlere dair dile getirdiği endişelerine ise, 1999'da İslamcı-milliyetçi bir şiir okuduğu için hapse atılırken nerede olduklarını, Diyarbakır'daki belediye başkanlarına destek vermek için yarışırlarken kendisiyle neden ilgilenmediklerini sorarak yanıt veriyor.

Türkiye'nin insan hakları ve Kürtlerle diğer azınlıklara yaklaşım gibi konularda ilerlediği açıkça ortada, fakat Avrupa standartlarını karşılamak için yapması gereken daha çok şey var. Özkök'ün geçenlerde yaptığı bir açıklama, bu bakımdan kaygı verici. General Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs'ta güvenlikle ilgili menfaatleri bulunduğunu, Ermenilere 1915'te soykırım uygulandığı iddialarının temelsiz olduğunu ve Amerikalıların Kuzey Irak'taki PKK teröristlerini ortadan kaldırmak için yeterince çaba göstermediğini söyledi. Yanı sıra Türkiye demokrasisinin arkasındaki itici gücün laiklik olduğunu ve Türk devletinin bölünmez bir bütün olarak kalması gerektiğini vurguladı.

Bir generalin kamuoyu karşısında bu tür sözler söylemesi normal görülmeyebilir, fakat Türkiye'de ordu, Atatürk'ün laik mirasının korunması konusunda hâlâ kilit bir rol oynuyor. Generaller ülkenin AB'ye yönelik arzularına arka çıktı, fakat sadece AB üyeliğinin söz konusu mirası destekleyeceği, onun altını oymayacağı bir zemin üzerinden. Türk kamuoyunun bir bölümü de, dinsel özgürlük ve azınlık haklarına verilen desteğin Atatürkçülükle çatışabileceği, Kürtler için daha fazla özerkliğin Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tehdit edebileceği yönünde endişe besliyor.

Özkök'ün vardığı nokta şuydu: Evet veya hayır demek, sadece AB'nin değil, Türkiye'nin de hakkı olmalıydı. Avrupa'nın üyeliğe karşı tutumunun üstesinden gelmek için bu kadar yoğun çaba ortaya koyduktan sonra Türkler, kendi kendilerine kuralların fazla külfetli olduğuna hükmederse ironik bir durum ortaya çıkacak.Her şeye rağmen böyle bir durumu tasavvur etmek imkânsız da değil.

Kaynak: www.milliyet.com.tr

Günün Önemli Haberleri