Türkiye'de engelli olmak
Abone olBugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü... Budapeşte'den gazeteci Tarık Demirkan, Türkiye'de yaşadığı yıllarda gözlemlediği önyargıları aktarıyor, "Toplumda insanlar 'normal' ve 'engelli' diye ikiye ayrılırdı" diyor.
İstanbul'da yaşadığım yıllardı. Yabancı bir ülkeden gelen konuğum olduğunda şehri dolaşırken, hemen her defasında duyduğum şu cümlelerle irkilirdim: "Türkiye çok şanslı, herhalde çok az engellisi var".
"Neden?" diye sorduğunuzda ise yanıt belliydi:
"Çünkü saatlerdir dolaşıyoruz, ama tek bir engelli bile göremedik
sokaklarda".
Evet... Gerçekten görmüyorduk.
Ama bunun hiç de övünülesi bir şey olmadığını onlara nasıl
anlatacaktık?
Türkiye'de engelliler iki nedenle sokaklarda görünmezlerdi:
Bunun birinci nedeni, şehrin engelli insanlar açısından balta
girmemiş ormanlar kadar tehlikeli ve hesaplanamaz olmasıydı.
Fiziksel engelliyseniz, sokaklarda diz boyu kaldırımlardan inmek ya
da çıkmak için sürekli birilerinin yardımını istemek zorunda
kalırdınız. Görsel engelliler için çukurlar, direkler, hiç hesapta
olmayan bazı girintiler çıkıntılar hayatı bezdirici hale getirirdi.
İşitme engelliler için ise kural tanımayan trafik, bir türlü hesap
edilemeyen ve düzensiz ulaşım her an bir kaza nedeni
oluşturabilirdi.
Engelli insanların sokaklara çıkmayışının ikinci nedeni ise korunma
içgüdüsüydü. Her şeyden önce toplumun engelli insanlara bakışı
engelliydi. Engelliler işe yaramayan, ortalıkta sadece görünüp var
olmalarıyla birlikte bazı şeylerin doğal akışını aksatan birileri
olarak görülürdü. Dolayısıyla engellileri aileleri, onları korumak
için sokaklara bırakmazlardı.
'Normal' mi engelli mi?
Buradan yola çıkarak da, toplumda insanların "normal" ve engelli
diye ayrıldığı ortamda "normal insanların" "engelli insanlara"
karşı olan tavırları da üçe ayrılırdı:
Ya çok ender gördükleri bu garip yaratığa bir uzay canlısı gibi
uzun uzun bakarlar, hatta çocuklar sesli yorumlar yaparlardı.
Mesela, "Anne şuna bak? Neden öyle gidiyor?"
Türkiye'de bir engelli sokağa çıkmışsa, karşılaşması muhtemel
ikinci tavır, kendisine karşı diğerlerinden gündeme gelebilecek bir
tür üstü örtülü kızgınlık duygusu olurdu. Eğer hakkını arar, mesela
diğerleri gibi bir markete girmek, ya da masalarla, sandalyelerle,
park eden otomobillerle daracık hale getirilen bir kaldırımdan
geçmek isterse, arkadan şu lafları işitebilirdi; "kardeşim otursana
evinde ne işin var böyle sokaklarda?"
Üçüncü muhtemel tavır ise "acıma" duygusu olurdu. "Vah vah,
zavallı. Kimbilir ne kadar zordur hayatı." Ve bunun devamında da,
bir tür merhamet duygusunun tezahürü olarak, mesela tekerlekli
sandalyeyle yaşıyorsanız birileri gelip sizi ittirmeye
çalışabilirdi. Elbette sırf yardım olsun diye...
Bu nedenle de engelliler, Türkiye'de evlerde, güneşten ve hayattan
uzak, ailelerinin ve dar çevrelerinin koruması altında yaşar
giderlerdi.
Bütün bunları "geçmiş zamanda" yazdığıma bakmayın. Bu şimdi de
böyle.
Oysa resmi rakamlara göre Türkiye'de her on kişiden biri, bir
şekilde engelli. Yani yaklaşık yedi milyon kişi! Yedi milyon
kişinin topluma kazandırılamamasının yarattığı toplumsal israfı
düşünebiliyor musunuz?
Toplumun kendi engelleri
Engelli olmak topluma bağlanmanın gerekçesiz olarak "birinci
engeli" olarak görülmese bu insanlar, üretim ve tüketim
süreçlerinde yer alabilecek, engellerinin elverdiği ölçüde eğitim
görebilecek, çalışabilecek, başkasına ve genel olarak topluma yük
olmadan, kendilerini yararsız ve gereksiz hissetmeden
yaşayabilecekler.
Modern çağın isimsiz bilgelerinden biri şöyle der: "Bir ülkenin
gelişmişlik düzeyi ve kaldırımlarının yüksekliği arasında ters
orantı vardır." Ne kadar doğru bir tanımlama.
Batı Avrupa ülkelerinde de elbette her şey mükemmel değil. Ama asıl
farklılık toplumun kendi engellilerine bakış açısında. Batı
toplumlarının düşüncesinde, engelli olmak, bazı araç ve önlemlerle
üstesinden teknik olarak gelinebilecek bir durum. Bu sadece
ekonomik ve sosyal anlamda, toplumu rahatlatacak bir ödev değil,
aynı zamanda moral ve etik olarak da toplumun sırtından atamayacağı
bir görev.
Yani gerekli yardımcı araçları bulur ve engellilerin hizmetine
sunarsanız, toplumun hiç de azımsanamayacak bir kısmını oluşturan
bu insanları hayata geri kazanabilirsiniz. Kazandıklarınız
arasından gözkapaklarından başka bir şeyi kımıldatamayan, ancak çağ
açan düşünce ve teorileriyle belki de insan türünün geleceğine yön
verecek olan Stephen Hawking'ler de çıkabilir.