'Türkiye hukuk devleti değil'
Abone ol'Türkiye hukuk devleti değil' diyen Altan, Türkiye'nin geçmişini ve bugününü analiz etti. İşte o çarpıcı röportaj:
Hep derler ya, Türkiye birikimli bir ülke. Geçmişten gelen
en sağlam birikimi nedir?
Çürütmeciliktir. Memaliki Osmani, ayrı bir ismi yok Osmanlı İmparatorluğu diye. Mesela, Romanoflar yönetiyordu Rusya’yı ama Rusya diye ayrı bir ismi olan ülke vardı. Habsburglar yönetiyordu Avusturya-Macaristan’ı ama ülkelerinin de ismi vardı: Avusturya-Macaristan. Osmanlı’nın ayrıca bir ülke ismi yok. Memaliki Osmani. Burada, saraydan geçinen ve yönetim kadrosunu oluşturan Enderun, kapıkulları var. Bir de teba, yönetilenler. Onlar da kul yığınları. Bu yapıya karşı kimse çıkmıyor. Bu yapıdan yararlananlara karşı çıkıp yerine kendi geçmek istiyor. Onun için çürütmecilik çok gelişmiş. Bir birikim halinde kuşak kuşak sürüyor. Bugün kimsenin aklına ceza yasasını değiştirmek gelmiyor, Anayasa’yı değiştirmek gelmiyor. Geniş kitlelerden böyle bir tepki yok. 14 milyon aile var Türkiye’de üç aşağı beş yukarı. Her ailenin evinde bir Anayasa, ceza yasası yok. Hangi maddelerle yönetildiğinin bilincinde değil. Sadece siyasetçilerin konuşmaları.
Ama biz, ‘Hukuk Devletiyiz’ değil mi?
Söylüyorlar, moda o. Moda olarak söylenen sözler vardır burada, onların tanımlaması yapılmaz.
Kaç senedir bu böyle?..
600 yıldır... ‘Biz değiştik’ denir. Düşün ki; 1800’lerden beri Türkiye değişme özeni içinde. III. Selim’den bu yana, Nizam-ı Cedid, Cedid yeni demek, Nizam düzen demek, yani Yeni Düzen. Arkasından Tanzimat, o da düzenlemeler demek. Sonra Cumhuriyet İnkılapları. Hep bir değişim özenir çağdaş olmak için, fakat çağdaşlığın ne olduğunun da tam tanımlanması yapılmaz. Çünkü Türkçe’de soyut kavram yok. Tabak, çanak, kapı, pencere somut kavramlardır. Ama hukuk, devlet, zeka bunlar soyut kavramlardır, tanımlaması yapılınca ancak somutlaşır. Halbuki tanımlaması yapıldığı zaman, dünyanın bütün üniversitelerinde geçerli tanımlama olduğunda ancak evrensel boyutta bir hukuk konusu görüşülebilir.
Çağdaşlaşmanın tanımı sanki başkalarının olduğu yer gibi hep, hani onlarda var bizde de olsun gibi bir heves olmuş bizlerde...
Beğendiğimizin ölçeklerini koymak lazım. Ben ölçeksiz, Trafalgar Meydanı’nı beğeniyorum...
Burada da yapalım...
Hayır öyle değil. Ona eğilimli, halbuki ekonomi açısından bakmak gerekir. Türkiye’de ekonomi, hukuk bir de tarih bilinci. Bilinçle bilgi arasında fark şudur. Biz, marangoz olmadığımız halde masa değince kalkıp sürahiyi göstermeyiz. Ama masayı da yapamayız. Yapmak marangozun hüneridir ve bilgi işidir. Ama masanın ne olduğunu bilmek bir bilinçtir. Hukuk bilimi başka hikayedir, hukuk bilinci başka hikayedir.
(Türkiye’de hikayenin içinde ağa yoksa, üç kadın yoksa, iş yapmıyorlar. Anlı şanlı bir starımızı bir hukuk kahramanı olmasına ikna edemedim, Bonanza’yı tercih etti mesela...)
Yedi yaşına kadar anadilini öğrenirken farkına varmadan o kavramların kristalize olmasıdır, o dili konuşmaya başlayan insanda.
İçine kapanıklığı nasıl yenecek Türkiye? Düşmanımız çok diye dolduruşa mı getiriyorlar?
O, kolaya geliyor. Türkiye’de kavramlar nete getirilmiş değil. Siyasetçi nedir, gazeteci nedir, yazar nedir? Bütün Türkçe konuşan kitleler, ta Yakut Türkleri’nden Azeriler, Özbekler, Kırgızlar falan da dahil buna ki, 7-8. dildir en çok konuşulan dil olarak Türkçe. 800 milyon konuşur. Ama yazı boyutundan kopuktur. Gördükleri bir filmi, okudukları bir kitabı, yahut yaşadıkları bir olayı arkadaşlarına özetleyerek anlatacak kadar kendi dillerinin yazı boyutu ile özdeşleşememişlerdir. Az kelimeyle konuşulur hale geliyor Türkçe...
Vatan, millet, özümüz, dilimiz derken bu nasıl oldu?
Bunlar resmi tarih, Türk’e Türk propagandası. Bir bilimsel objektivite içinde kendisinin özeleştirisini göze alamadı burası. Çünkü politikacılar 2. sınıf insanlar. Bilimadamları var; Wright kardeşler uçağı geri alsalar, Mongolfiye Kardeşler uçan balonu geri alsalar, yahut Marconi kısa dalgayı geri alsa, Edison elektriği geri alsa, birdenbire Ortaçağ’a geri düşer insanoğlu. Peki Churchill, Napolyon ne kadar siyasetçi varsa, bunlar neyi alsalar geri, insanlık Ortaçağ’a düşer? Bu açıdan bakmaya pek alışık değil Türkler. Büyüklerimizin sözünü dinleyelim, onlar her şeyi iyi bilir gibi. Oligarşi derler buna. Yani hazineden geçinenlerin üst kesimin rahat ettiği ‘Kara kalabalıklar’ derdi Falih Rıfkı.
Halk nerede?
Aristokrasinin zıtlığı halk. İkincisi, halkın köylülüğü aşmış olması lazım...
Aristokrasi de yok...
Aristokrasi yok, markizler yok, kontesler yok. Mesela satrançta bile kadın dame yok, vezir var... Kadın dünyası ile ilişkisinde bir hayli kadınsız kalmış. Erkek erkeğe kahvesi var Türkiye’de...
(Sonra Attolos eşcinseldi, deyince kızıyorlar, maço kızlar...)
Daha kentleşememiş. Okyanusları kullanmış olanlar ayırımı çıkar karşınıza. 1492, Kristof Kolomb, bilmediği bir dünyaya giderken 2-2.5 ayda gitti, forsalar, kürekçiler, yelkenler okyanusta patlayan dalgalar, su, ekmek yetecek mi, bilinç meydana geliyor, bir de mekanı kullanma. Denizleri kullanma karşılığında hem ekonomi, hem mekan hem zaman bilinci gelişiyor farkına varmadan. Bunlar çalışarak olmaz. Mesela kitap okuma meselesi, hiçbir işe yaramaz. Eğer sen o kitabı yazanın neyi merak ettiğini merak etmiyorsan... Biz de, Arapça bilmediğimiz için, halk yığınları kutsal kitabımız Kuran-ı Kerimi Azimişan’da Arapça olduğu için camilerde hocalar sözde tefsir edip anlatırlar. Yani dinleyerek öğrenirsin, okuyarak anlamazsın. Bu yüzden ‘birisi anlatırsa öğreniriz’ geleneği var. Merak etmediğini nasıl öğrenirsin... O zamanda Türkiye’nin insan, yaşam kalitesi açısından BM’lerin yayınladığı listedeki yeri 173 ülke içinde 96. basamakta. Yunanistan 25, Portekiz 24’üncü.
Niye, vatanseverlerin gururuna dokunmuyor bu durum?
Haa, ben yenerim, keserim, biçerim asarım diye hamaset yaparak bunu kompanse ederler. Burada insanlar çok ezik bir geçmişten geliyorlar. Bir kere çocukları döverler evlerde, okullar kalabalık, ilkokullar 80 tane çocuk hoca da kulak çeker en azından...
(Benim mesela, sağ kulağım fazla çekildiği için soldan büyüktür, saçımla kapatıyorum...)
Sonra oğlan çocuklar askere gidince, çavuş döver. Kız çocukları da kocaları. Bu kadar dayak içinden geçmiş insan ben de döveceğim diye tutturur. Burada herkes kendisini över. Halbuki insan kendini tanımaz. Dünyadaki hangi üniversiteler bizim üniversitelerdeki çalışmaları dipnot olarak gösteriyor ki... Burada geleneksel biçimde, annem de bana söylerdi ‘icat çıkarma’ denir. Yeni bir şey yapmayacaksın. Hiç görülmemiş bir şeyi burada yapmayacaksın. Okyanuslarda bilince varıyorsun, orada dua etmek, bilmem kimi övmek olmuyor, teknoloji, bilgi, birikim çıkıyor ortaya. Ekonomik açıdan analizleri yapılması gerekiyor. Gecekonduculuğa kadar nasıl düştü burası, IMF, dış yardım filan... Resmi tarih yapmak, çocukları gerçeğin dışına çıkarmak o toplumu kadrosuz bırakır. Yeryüzünde diyalog kuramaz.
Resmi tarihle kastınız, afedersiniz, biraz uyduruyorlar mı?
Çok uyduruyorlar...
Bu uydurukçular kimler?
Kimler bu tarihi yazarak para kazanıyorlarsa, bilmem anlatabildim mi? Madem ki 2 dolar adam başına kitap alımı, bu kitabı yazanlar parayı nereden kazanıyorlar?.. Parayı kim veriyor, niye veriyor sorusu nete gelmedi Türkiye’de... Bunun cevabını bana genç kuşak çocukları ‘bulan buluyor şekerim’ diye veriyor. Bulan buluyor diye ekonomi olmaz. O zamanda IMF geliyor. Dünya Bankası devreye giriyor, borç almak gerekiyor.
(Nerden buldun diye sorunca da, sanki hırsızın parasında gözümüz varmış gibi oluyor, ayıptır diye soramıyoruz herhalde...)
Çürütmeciliktir. Memaliki Osmani, ayrı bir ismi yok Osmanlı İmparatorluğu diye. Mesela, Romanoflar yönetiyordu Rusya’yı ama Rusya diye ayrı bir ismi olan ülke vardı. Habsburglar yönetiyordu Avusturya-Macaristan’ı ama ülkelerinin de ismi vardı: Avusturya-Macaristan. Osmanlı’nın ayrıca bir ülke ismi yok. Memaliki Osmani. Burada, saraydan geçinen ve yönetim kadrosunu oluşturan Enderun, kapıkulları var. Bir de teba, yönetilenler. Onlar da kul yığınları. Bu yapıya karşı kimse çıkmıyor. Bu yapıdan yararlananlara karşı çıkıp yerine kendi geçmek istiyor. Onun için çürütmecilik çok gelişmiş. Bir birikim halinde kuşak kuşak sürüyor. Bugün kimsenin aklına ceza yasasını değiştirmek gelmiyor, Anayasa’yı değiştirmek gelmiyor. Geniş kitlelerden böyle bir tepki yok. 14 milyon aile var Türkiye’de üç aşağı beş yukarı. Her ailenin evinde bir Anayasa, ceza yasası yok. Hangi maddelerle yönetildiğinin bilincinde değil. Sadece siyasetçilerin konuşmaları.
Ama biz, ‘Hukuk Devletiyiz’ değil mi?
Söylüyorlar, moda o. Moda olarak söylenen sözler vardır burada, onların tanımlaması yapılmaz.
Kaç senedir bu böyle?..
600 yıldır... ‘Biz değiştik’ denir. Düşün ki; 1800’lerden beri Türkiye değişme özeni içinde. III. Selim’den bu yana, Nizam-ı Cedid, Cedid yeni demek, Nizam düzen demek, yani Yeni Düzen. Arkasından Tanzimat, o da düzenlemeler demek. Sonra Cumhuriyet İnkılapları. Hep bir değişim özenir çağdaş olmak için, fakat çağdaşlığın ne olduğunun da tam tanımlanması yapılmaz. Çünkü Türkçe’de soyut kavram yok. Tabak, çanak, kapı, pencere somut kavramlardır. Ama hukuk, devlet, zeka bunlar soyut kavramlardır, tanımlaması yapılınca ancak somutlaşır. Halbuki tanımlaması yapıldığı zaman, dünyanın bütün üniversitelerinde geçerli tanımlama olduğunda ancak evrensel boyutta bir hukuk konusu görüşülebilir.
Çağdaşlaşmanın tanımı sanki başkalarının olduğu yer gibi hep, hani onlarda var bizde de olsun gibi bir heves olmuş bizlerde...
Beğendiğimizin ölçeklerini koymak lazım. Ben ölçeksiz, Trafalgar Meydanı’nı beğeniyorum...
Burada da yapalım...
Hayır öyle değil. Ona eğilimli, halbuki ekonomi açısından bakmak gerekir. Türkiye’de ekonomi, hukuk bir de tarih bilinci. Bilinçle bilgi arasında fark şudur. Biz, marangoz olmadığımız halde masa değince kalkıp sürahiyi göstermeyiz. Ama masayı da yapamayız. Yapmak marangozun hüneridir ve bilgi işidir. Ama masanın ne olduğunu bilmek bir bilinçtir. Hukuk bilimi başka hikayedir, hukuk bilinci başka hikayedir.
(Türkiye’de hikayenin içinde ağa yoksa, üç kadın yoksa, iş yapmıyorlar. Anlı şanlı bir starımızı bir hukuk kahramanı olmasına ikna edemedim, Bonanza’yı tercih etti mesela...)
Yedi yaşına kadar anadilini öğrenirken farkına varmadan o kavramların kristalize olmasıdır, o dili konuşmaya başlayan insanda.
İçine kapanıklığı nasıl yenecek Türkiye? Düşmanımız çok diye dolduruşa mı getiriyorlar?
O, kolaya geliyor. Türkiye’de kavramlar nete getirilmiş değil. Siyasetçi nedir, gazeteci nedir, yazar nedir? Bütün Türkçe konuşan kitleler, ta Yakut Türkleri’nden Azeriler, Özbekler, Kırgızlar falan da dahil buna ki, 7-8. dildir en çok konuşulan dil olarak Türkçe. 800 milyon konuşur. Ama yazı boyutundan kopuktur. Gördükleri bir filmi, okudukları bir kitabı, yahut yaşadıkları bir olayı arkadaşlarına özetleyerek anlatacak kadar kendi dillerinin yazı boyutu ile özdeşleşememişlerdir. Az kelimeyle konuşulur hale geliyor Türkçe...
Vatan, millet, özümüz, dilimiz derken bu nasıl oldu?
Bunlar resmi tarih, Türk’e Türk propagandası. Bir bilimsel objektivite içinde kendisinin özeleştirisini göze alamadı burası. Çünkü politikacılar 2. sınıf insanlar. Bilimadamları var; Wright kardeşler uçağı geri alsalar, Mongolfiye Kardeşler uçan balonu geri alsalar, yahut Marconi kısa dalgayı geri alsa, Edison elektriği geri alsa, birdenbire Ortaçağ’a geri düşer insanoğlu. Peki Churchill, Napolyon ne kadar siyasetçi varsa, bunlar neyi alsalar geri, insanlık Ortaçağ’a düşer? Bu açıdan bakmaya pek alışık değil Türkler. Büyüklerimizin sözünü dinleyelim, onlar her şeyi iyi bilir gibi. Oligarşi derler buna. Yani hazineden geçinenlerin üst kesimin rahat ettiği ‘Kara kalabalıklar’ derdi Falih Rıfkı.
Halk nerede?
Aristokrasinin zıtlığı halk. İkincisi, halkın köylülüğü aşmış olması lazım...
Aristokrasi de yok...
Aristokrasi yok, markizler yok, kontesler yok. Mesela satrançta bile kadın dame yok, vezir var... Kadın dünyası ile ilişkisinde bir hayli kadınsız kalmış. Erkek erkeğe kahvesi var Türkiye’de...
(Sonra Attolos eşcinseldi, deyince kızıyorlar, maço kızlar...)
Daha kentleşememiş. Okyanusları kullanmış olanlar ayırımı çıkar karşınıza. 1492, Kristof Kolomb, bilmediği bir dünyaya giderken 2-2.5 ayda gitti, forsalar, kürekçiler, yelkenler okyanusta patlayan dalgalar, su, ekmek yetecek mi, bilinç meydana geliyor, bir de mekanı kullanma. Denizleri kullanma karşılığında hem ekonomi, hem mekan hem zaman bilinci gelişiyor farkına varmadan. Bunlar çalışarak olmaz. Mesela kitap okuma meselesi, hiçbir işe yaramaz. Eğer sen o kitabı yazanın neyi merak ettiğini merak etmiyorsan... Biz de, Arapça bilmediğimiz için, halk yığınları kutsal kitabımız Kuran-ı Kerimi Azimişan’da Arapça olduğu için camilerde hocalar sözde tefsir edip anlatırlar. Yani dinleyerek öğrenirsin, okuyarak anlamazsın. Bu yüzden ‘birisi anlatırsa öğreniriz’ geleneği var. Merak etmediğini nasıl öğrenirsin... O zamanda Türkiye’nin insan, yaşam kalitesi açısından BM’lerin yayınladığı listedeki yeri 173 ülke içinde 96. basamakta. Yunanistan 25, Portekiz 24’üncü.
Niye, vatanseverlerin gururuna dokunmuyor bu durum?
Haa, ben yenerim, keserim, biçerim asarım diye hamaset yaparak bunu kompanse ederler. Burada insanlar çok ezik bir geçmişten geliyorlar. Bir kere çocukları döverler evlerde, okullar kalabalık, ilkokullar 80 tane çocuk hoca da kulak çeker en azından...
(Benim mesela, sağ kulağım fazla çekildiği için soldan büyüktür, saçımla kapatıyorum...)
Sonra oğlan çocuklar askere gidince, çavuş döver. Kız çocukları da kocaları. Bu kadar dayak içinden geçmiş insan ben de döveceğim diye tutturur. Burada herkes kendisini över. Halbuki insan kendini tanımaz. Dünyadaki hangi üniversiteler bizim üniversitelerdeki çalışmaları dipnot olarak gösteriyor ki... Burada geleneksel biçimde, annem de bana söylerdi ‘icat çıkarma’ denir. Yeni bir şey yapmayacaksın. Hiç görülmemiş bir şeyi burada yapmayacaksın. Okyanuslarda bilince varıyorsun, orada dua etmek, bilmem kimi övmek olmuyor, teknoloji, bilgi, birikim çıkıyor ortaya. Ekonomik açıdan analizleri yapılması gerekiyor. Gecekonduculuğa kadar nasıl düştü burası, IMF, dış yardım filan... Resmi tarih yapmak, çocukları gerçeğin dışına çıkarmak o toplumu kadrosuz bırakır. Yeryüzünde diyalog kuramaz.
Resmi tarihle kastınız, afedersiniz, biraz uyduruyorlar mı?
Çok uyduruyorlar...
Bu uydurukçular kimler?
Kimler bu tarihi yazarak para kazanıyorlarsa, bilmem anlatabildim mi? Madem ki 2 dolar adam başına kitap alımı, bu kitabı yazanlar parayı nereden kazanıyorlar?.. Parayı kim veriyor, niye veriyor sorusu nete gelmedi Türkiye’de... Bunun cevabını bana genç kuşak çocukları ‘bulan buluyor şekerim’ diye veriyor. Bulan buluyor diye ekonomi olmaz. O zamanda IMF geliyor. Dünya Bankası devreye giriyor, borç almak gerekiyor.
(Nerden buldun diye sorunca da, sanki hırsızın parasında gözümüz varmış gibi oluyor, ayıptır diye soramıyoruz herhalde...)