Türk Tatlıları Tarihi
Abone olGülbeşeker'de Türk tatlıları hakkında birçok ilginç bilgi var
‘Gülbeşeker’de, gökten yağdığına inanılan kudret helvası,
çeşitli yüzyıllarda İstanbul’daki şekerci dükkânları, horoz şekeri,
ağzımızın içinde bir o tarafa, bir bu tarafa geçire geçire zevkle
yediğimiz akide şekeri hakkında birçok ilginç bilgi yer alıyor
Ah Mary, sevgili kadın, yine can evimizden vurdun bizi. Sen kalk
İngiltere’de doğ büyü, sonra bizim araştırıp gün yüzüne
çıkarmadığımız, senden önce neredeyse merak dahi etmediğimiz
bilgileri derle, anlat. Bundan tam on yıl önce de aynını yapmış,
Mahmud Nedim Bin Tosun’la, bu topraklarda doğup büyümüş eğlenceli
ve bilgili bir aşçıyla buluşturmuştun bizi. Hiç duymamıştık adını.
Sen ise her zamanki araştırmacılığınla, tarihe, Türk mutfak
kültürüne olan ilgi ve merakınla arşivlerden bulmuştun Aşçıbaşı’nı
(YKY, 1998). Türkçeye çevirmiş ve bir başka dönemin tariflerini
getirmiştin mutfaklarımıza.
Tatlıların da tarihi var
Işıl ışıl bakan bir kadınsın. İlgili, meraklı, candan ve ışıltılı.
Yani en azından ben seni böyle tanıdım. Bir gün mutfağında oturmuş
sohbet ederken topladığın incelikli mutfak aletlerini
gösteriyordun. O gün Yunan Kralı genç Otto’nun şekercibaşısı
Friedrich Unger’i de konuk etmiştik masamıza. “Doğunun tatlılarını
öğrenmek” dileğiyle Otto’ya eşlik eden şekercibaşı, Yunanistan’da
hayal kırıklığına uğramış ve öğrenmek için yanıp tutuştuğu
bilgilere ulaşmak için İstanbul’a gelmişti.
Sen her zamanki merakınla 150 yıl önce yazılmış Doğu’da Bir Saray Şekercibaşısı’nın orjinalini Münih’teki Devlet Kütüphanesi’nde bulmuştun. Dostların Merete Çakmak ve Renate Ömerlioğulları kitabı Almancadan çevirmiş, sen de şekercilik tarihiyle ilgili çalışmalarının ışığında dipnot ve açıklamalar ekleyerek muhteşem bir kitap hazırlamıştın. Amerika’da yayımlanmıştı bu kitap ama sen Türk okuruyla da buluşsun istiyordun. Gülbeşeker:
Sen anlatınca daha bir güzel görünüyor gözümüze baklava. Helva
sohbetlerine giriyor, trenle Adapazarı’ndan geçerken kutu kutu
aldığımız pişmaniyeyi, balığın eşlikçisi tahin helvasını
anlatıyorsun. “Güllaç yaprakları,” diyorsun, “Osmanlı döneminde
buğday nişastasından ve yumurta beyazından yapılırdı.” Sonra bir
dörtlük söylüyorsun, “Gülenler gülsün,/ Dost bizim olsun,/ Güllaç
baklavası/ Ağzıma dolsun.”
Şeker gibi geçmiş
Güllaca gelmeden önce şekeri anlatıyorsun. Öyle ya, bizi yavaş
yavaş zehirleyen baştacımız o. O olmasa baklavalar, akide
şekerleri, güllaçlar bu kadar tatlı olur mu? Timur’un Anadolu
istilasından, Sivas’ın tatlı havucundan, Kubilay Han’ın sarayı için
rafine edilen şekerden, 14. yüzyıla kadar şeker üretiminin İslâm
dünyasının tekelinde kaldığından bahsediyorsun. “Dev anasının
kolyesine” benzeyen nöbet şekerine değiniyorsun tatlı tatlı. Eski
Doğu şekerciliği için önemli olan bir tarifi, “çok saf nöbet şekeri
yapma sanatı”nı aktarıyorsun.
Peynir şekerinin 1400’lerde de yapıldığını, Kanuni döneminde
Türkiye’ye gelen bir gezginin peynir şekerinden bahsettiğini
söylüyor, İskoçlarla Fransızların da benzer bir şeker ürettiklerini
ekliyorsun. “Gökten yağdığına inanılan” kudret helvası, çeşitli
yüzyıllarda İstanbul’daki şekerci dükkânları, çocukluğumuzda
üflediğimiz horoz şekeri, ağzımızın içinde bir o tarafa, bir bu
tarafa geçire geçire zevkle yediğimiz akide şekeri, macunlar,
reçeller, çevirme tatlıları ve onları umursamazca yitirişimizden
söz ediyorsun.
Öyle demiyorsun sen ama öyle. Zannetme ki içerimiz kan ağlamıyor
kaybettiğimiz, unuttuğumuz değerler için. Olsun, diyoruz, hâlâ
akide şekerlerimiz var, renk renk. Lokumlarımız, güllacımız,
aşuremiz, baklavamız... Biz tatlısız yapabilir miyiz? (Tijen
İnaltong)
Kitapla ilgili detaylar