Dün Göktürk – 2 uydusunun fırlatma töreni
nedeniyle ODTÜ’ye gelen Başbakan Erdoğan’ı protesto etmek isteyen
öğrencilerle kolluk güçleri arasında ciddi bir
arbede yaşandı.
Sosyal medyanın verdiği imkânla, olayları neredeyse an ve an
izleme fırsatımız oldu.
AK Parti, “tutuklu öğrenciler” sorunu nedeniyle
zaten ciddi biçimde eleştirilerin hedefinde olan bir
partiydi. Buna bir de, Başbakan’ın ciddi bir koruma ordusuyla
kampüse gelmesi ve polisin öğrencilere şiddetli müdahalesi de
eklenince, sosyal medyada yer yerinden oynadı.
Tabi, ne Başbakan’ın bu denli abartılı bir korumayla kampüse
gitmesi doğru, ne de öğrencilere şiddet uygulanması kabul edilir
bir durumdu.
Fakat ben, bu konunun içeriğini tartışmak yerine, ODTÜ
olayları üzerinden;
Türk solunun AK Parti döneminde “Mehdi’sini
araması” macerasından bahsetmek istiyorum.
AK Parti hükümetleri boyunca, iktidara karşı gündemi
sarsacak, kamuoyu oluşturacak her protesto ya da eylem
gerçekleştiğinde;
Solun farklı fraksiyonlarından “İşte Türk solu
uyanıyor!” sloganını duymaya başlıyoruz. “Aha, da
bu sefer tamamdır!” sesleri yükseliyor.
“Cumhuriyet” mitinglerinde
“Tekel işçileri” protestosunda,
Ya da “29 Ekim 2012” olaylarında,
Hep benzer durumla karşılaşıyoruz.
Önce “Haydi!” deyip “ara gazı”
veriliyor, sonra da tutunulacak bir “dal” bulmuş
olmanın ümidiyle naralar atılıyor. Hikayenin
sonunda ise geçici bir hevesle balon tekrardan sönüyor.
Bir gerçek var ki, Türkiye’de solun zayıflığının,
beceriksizliğinin en açık göstergesidir bu durum.
Ve dahası, karşısında tabanı olan ve bu tabanı genişletmeye
yönelik politikalar üreten bir iktidar partisine karşı da ciddi bir
zafiyet göstergesidir.
Örneğin çoğu insan, AK Parti’nin homojen (türdeş) yapılardan
oluştuğunu düşünüyor. Oysa aslında AK Parti, geri
kalmışlığın, resmi ideolojinin ve kötü ekonominin altında
ezilen farklı farklı grupların ortak hedef karşısındaki
birlikteliğidir. Heterojen bir yapıdır. Çeşit çeşit cemaat,
tarikat, iş dünyasından kesimler ya da liberaller gibi toplumun
değişik gruplarının bir araya gelmesiyle meydana gelen bir
harekettir.
Hal böyle olunca, Türkiye de sol fraksiyonlar, bu tarz bir
hareketin karşısında örgütlenemeyen, birbirini sevmeyip - kabul
etmeyen, kitlelere ulaşacak tutarlı ve istikrarlı politikalar
üretemeyen bir ideolojiler bütünü görüntüsü veriyor.
Bu görüntüsü nedeniyle başarılı sonuçlar alınamayınca da,
protestolar tutunulacak son “ dal” haline
geliyor.
Yani sol kesim açısından bu eylemler, Nasrettin Hoca’nın
“ya tutarsa” fıkrasının mantığına bürünüyor.
Emin olun, Atatürk’ün üstüne titreyip
“izindeyiz” diyen sol kesimler bile, aslında
bilinçaltlarında yeni "Atatürkler" çıkaramamanın
verdiği zayıflık ve korkunun yarattığı endişeyle Atatürk’e
sarılıyorlar.
Yani Atatürk, sadece milli bayramlarda bağlılıkla
onu anıp, Anıtkabir’de huzurunda ağlamaktan başka
politika üretemeyen insanların tutunduğu “bir başka
dal” haline gelebiliyor.
Türkiye'nin yakın siyasal tarihinde örgütlenme pratiği olarak
şöyle bir gelenek vardır; sol "bardak boş" diye
bağırır durur, sağ ise o daha bağırırken gelir bardağı doldurur ve
gider.
Bu nedenle ben, bu tarz kitlesel eylemlerin, protestoların
ardından “68’in, Deniz Gezmişlerin ruhu geri
geliyor” gibi söylemleri duyduğumda;
"Aynı nakarat" deyip, dinlemekten
vazgeçiyorum.
Çünkü o adı geçen isimlere de haksızlık yapılıyor.
Ve karşımda reel siyaset dinamiklerinin tüm unsurlarını
kullanmaya çalışan bir siyasal örgütlenmeye karşı, sistemli -
istikrarlı çalışmayan, politika üretmeyen,
sadece ilgi çekici bir eylemde gaza gelip
o olaydan kendi “Mehdisini”, kuratırıcısını
çıkarmaya çalışan insanları görüyorum.
Sonra da susuyorum.