Tuna: Akan zamanın tanığı
Abone olTuna kadar yazarları ve şairleri etkileyen, ülkelerin tarihinin bir parçası olan başka bir nehir var mıdır?
O ünlü coğrafya oyununu hemen herkes bilir. Nehir ya da akarsu
bölümünde 'T' harfine gelindiğinde, zihinlerde genelde Tuna
canlanıverir. Tuna, yalnızca bir nehir midir? Nereden nereye
uzanır? Tarihi ve önemi nere(ler)de aranmalıdır? Macaristan'ın
başkenti Budapeşte'yi, Buda ve Peşte biçiminde ikiye ayırması
dışında, hangi özelliklere sahiptir bu koca nehir? Avrupa tarihi
içinde Tuna'yı değerli ve ilgi çekici kılan nedir? Yukarıdaki
sorularla haşır neşir olunmaya başlandığında, Tuna'nın geçmişten
bugüne ve uzandığı her yere hangi izleri taşıdığı ya da bıraktığına
dair bir kazıya da girişilir.
Tuna'nın kaynağı
Tuna'nın başlangıcını veya doğuşunu nerede aramalı? adlı kitabının
başında bu soruya yanıt arıyor. Söz konusu arayış, ona şu satırları
yazdırıyor: 'Nehrin birçok adı var. Bazı halklar için Tuna ile
İster, nehrin üst ve alt kesimlerinin, bazen de nehrin tamamının
adıydı. Plinius, Strabo ve Ptolemaios birinin nerede bitip
diğerinin nerede başladığını merak ederlerdi: İlirya'da mı yoksa
Demir Kapı'da mı?' (s. 11)
Bir noktadan sonra Tuna'nın kaynağına ilişkin tartışmalar
anlamını yitirir ve nehrin kimliği, kültürel birikimi ve kapsadığı
tarihsel süreçler önem kazanır. Örneğin Tuna, çoğunlukla Alman
karşıtı bir simgesellik taşır. Bu yönüyle Ren'den de ayrılır.
Farklı ırkların karşılaşıp karıştığı bir coğrafyayı sarıp sarmalar:
'Tuna, Alman-Macar-Slav-Latin-Mu-sevi Orta Avrupası'dır (s. 22);
bununla beraber yazarlar genellikle sadece Hinternasyonel Tuna'yı
görürken, tarihçiler Tuna Avusturyası'nın Almanlığını ve Tuna'nın
maviliği içinde parlayan Ren altınını göz önüne alır.' (s. 23)
Tuna'nın tarihi, tarihin Tuna'sı
Tuna, ırkların yüzyıllar boyu karıştığı bir coğrafyanın da
simgesidir. Bir başka deyişle, geçtiği hemen her yöredeki insanlara
'seni anlamıyorum' iletisi gönderir. (s. 27)
Diğer bir ifadeyle bu, karmaşıklığın ve bulanıklıktan doğan yeniliğin de göstergesidir. Nehir bu karmaşıklığı, karışmış ve öte yandan bütünleşmişliği içinde, isimleri de taşır: Kafka, Laval, Pétain, Céline, Goethe' Céline'e göre 'imparatorluk tarihini barındıran Tuna, evrensel pisliğin ve şiddetin kokuşMuş nehri'dir. (s. 41)
Céline'in söyledikleri dikkate alındığında, Tuna'nın bir imparatorluk boyu olduğu da ortaya çıkar. Alman, Osmanlı ve Roma imparatorlukları hep Tuna etrafında varolMuş ve hâkimiyetlerini genişletmek için bu bölgede savaş vermiştir. Magris, Trost'tan yaptığı alıntılamayla Tuna'nın kimliği ve tarihsel ağırlığı ile ilgili şu belirlemeyi gündeme getirir: 'Tuna'nın haritası, daha ileriki bölgelerde, askeri bir atlasa benzer.' (s. 80)
Alman ve Napolyon denetimindeki Fransa ordularında yer alan
askerlerin lahitleri, yaptığı gezi sırasında Magris'in gözüne
takılır. Tuna'nın yayıldığı alan bir anlamda Roma da demektir. Roma
ise, 'her şeyden önce hâkimiyet anlamına da gelir ve öne sürdüğü
evrensellik, hâkimiyetinin maskesidir.' (s. 84)
Magris, Tuna'nın yeri, yönü ve kendisi ile ilgili açılımlarını sürdürürken, okuyucuyu şu soruyla baş başa bırakır: 'Passau'da üç nehir birleşir; küçük Ilz ile büyük Inn, burada Tuna'ya katılır. Ama onların birleşmesinden oluşan ve Karadeniz'e doğru akan nehrin adı neden Tuna olsun?' (s. 106)
Magris şöyle devam eder: 'Bu durumda Tuna, Inn'in bir kolu mudur ve Johann Strauss valsini, aslında o ada daha uygun olan mavi Inn'e mi adamalıydı.' (s. 107)
Bu soruların yanıtını bilimsel veriler aracılığı ile bulan
Magris, iki nehrin suyu birbirine karıştığında, nehrin sonraki
bölümünün en geniş açıda olanının ana nehir biçiminde anılması
gerektiği sonucuna ulaşır.
Tuna: siyaset, tarih ve sanat
Tuna, içinde tarih kadar siyaset ve sanatı barındırışıyla da dikkat
çeker. Örneğin Hitler, Yukarı Avusturya'nın başkenti Linz'i,
Tuna'nın en büyük metropolü haline getirmeyi düşünmüştür. Buradaki
amacı ise, yaşlılığında Linz'e sığınmak istemesidir. (s. 109)
Nehir, akıp gittiği şehirler ve kıyılar boyunca şatoları, büyük hükümdarların saraylarını, onların suretlerini ve bir zamanlar ellerinin altında tuttukları görkemli kentler ile meydanları da selamlar. Bunun yanında Tuna kültürü, 'dünyanın tehdidi altında olunca, hayatın saldırısına uğrayınca ve acımasız gerçeğin içinde kaybolmaktan korkulunca sığınılacak bir kaleye dönüşür.' (s. 134)
Tuna kültürünün ağırlık noktası olan Tuna edebiyatı ile şiiri, şato ve kaleleri, yazar ve ressamlarla birlikte onların ürünler verdiği mekânları da taşıyor beri yandan. Acıları, sevinçleri; savaş ve barışı, toplumsal hareketler ile yıkılışları da' Tuna kıyılarında dolananların da nehri boydan boya kat edenlerin de aklında şu soru uyanır: İnsanı, kaynağına götüren Tuna, hayatın başlangıcı mıdır? Bu, bir bakıma şairane bir sorudur. Attilla Josef ise Tuna'yı 'bulanık, bilge ve yüce' biçiminde niteler; Josef'i bu değerlendirmeye iten şey 'annesinin kuman kanı ile babasının Rumen TransilVanya kanının kendi damarlarına karışması'dır. Sonuç olarak Josef için Tuna 'geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek' demektir. (s. 243)
Tuna'nın bir başka özelliği de, sınırlar çizmesidir. Örneğin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Sırp Krallığı arasındaki sınırı belirlemiştir. Bu iki sınırdaştan Sırp Krallığı'nın başkenti Belgrad, gelecekte Yugoslavya olarak anılacak coğrafyada, Doğu ve Batı'nın birbirinden ayrı ve aynı zamanda çelişkiliymiş gibi duran dünyalar ve politik bloklar arasındaki arabulucu olacaktır. Tuna'nın geçtiği topraklar, bir dönemin sosyalist bloğunun da mekânıdır. Diğer bir ifadeyle, 'Demir Perde'nin içlerine uzanan nehir, 'girilmez olan' bölgeyi de (örneğin Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Yugoslavya') fetheden bir kimliğe sahiptir. Buradan yine tarihin derinliklerine dönüş yaptığımızda, Magris'in deyişiyle Tuna'nın en büyük şairi Hölderlin'in, Almanların atalarının Tuna boyunca yaptıkları yolculukları 'yaz günlerine, güneşin topraklarına 'Hellas'a ve Kafkasya'ya- doğru bir nostos (dönüş)' biçiminde adlandırdığını görürüz. (s. 336)
Magris'in uğraklarından biri olan Histria (İstria), onda Almanların atalarının 'nostos'una benzer bir duygu uyandırır. Magris, Tuna'nın duraklarından olan bu şehri 'tüm nesnelerin açık bir şekilde seçildiği değişmez bir ışık gibi' şeklinde tasvir eder. (s. 336)
Tuna kültürü, 'diğerleri' olarak adlandırılanlara (örneğin Türkler, Slavlar') karşı önemli bir siper işlevi de görmüştür. İtalyan Albay G. Sironi, Tuna için 1873'te şunları kaleme almış: 'Tuna, hangi yöne olursa olsun, tüm büyük faaliyetler için kocaman bir karargâhtır, aynı zamanda nereden gelirse gelsin saldırılara karşı koymak için mükemmel bir savunma hattıdır.' (s. 340)
Tulcea yakınlarındaki delta, hem tarihi hem de kültürel bir
anlam taşır. Magris bu noktada, Sadoveannu'nun deltaya ilişkin
görüşlerini aktarır: 'Delta aynı zamanda halkların ve ırkların
havzasıdır, Tuna sanki yüzyılların ve uygarlıkların alüvyonunu,
tarihten parçaları denize götürürken kıyılara da taşıyarak etrafa
dağıtır.' (s. 344)
Tuna'nın sonu
Tuna, Karadeniz'e dökülürken son buluyor mu? Magris bu soruyu şöyle
yanıtlar: 'Tuna nerede biter? Bu bitmeyen akışta son yok, sadece
geniş zaman ortacında kullanılan bir fiil var. Nehrin her bir kolu
ayrı bir yöne gidiyor, zorba birleşik kimlikten kurtuluyor,
istediği zaman ölüyor'' (s. 346)
Tuna'nın denize kavuşması, bir sondan öte 'nostos' gibi, başlangıcı da çağrıştırıyor. Ama bir noktada, denize ulaşma aynı büyüklükte ve coşkulu bir sonu da içinde barındırıyor. Magris'in, Marin'den alıntı yaptığı 'Tanrım, ölümüm, bir nehrin engin bir denize karışması gibi olsun' dizesi (s. 351),
Tuna'nın Karadeniz'e coşkuyla karışıp, 3 bin kilometrelik yolculuğunu tamamlayışını anlatıyor sanki. Magris'in kaleme aldıkları, Tuna'nın yalnızca coğrafi bir nitelik taşımadığının da göstergesi gibi. Aynı zamanda önemli bir tarihi kavşak bu nehir. Başka bir deyişle, akıp giden zamanın, günümüze dek uzanan, debisi yüksek bir tanığı. Akan su, geçmiş zamanı; insan belleğinin unutmaya bıraktığı pek çok ayrıntıyı, Tuna'nın kimliğinde bugünlere kadar taşıyor kısacası. Claudio Magris, Tuna Boyunca adlı yapıtında, özellikle bu noktayı ağırlık merkezi haline getiriyor.