Kim derdi ki ülkenin en huzurlu şehri Diyarbakır olacak
diye…
Doğuda barış hâkimken, ülkenin diğer yarısı sancılı bir kırılma
eşiğine doğru gidiyor. En azından bu kırılma şuan gönüller
seviyesinde. Korkum şu ki; bu durumun toplumsal bir şiddet
sarmalına bağlanması…
Peki, neden bu haldeyiz diye soracak olursanız?
Çünkü,
“empati ve sağduyumuzu” toprağa gömüp defnedeli
uzun bir zaman oldu.
“Aman, ne olursa olsun hükümet kalsıncılar” ile
“Bu hükümet defolup gitsinciler”in derin
savaşı arasında sıkıştık.
Mantığımızı kaybedip iktidar hırsının içine gömüldük.
Ve dahası, en tehlikeli olan; yalan söylemek, komplo teorileri
üretmek, yaftalamak, iftira atmak, olayları önyargılarla
değerlendirmek günlük bir hobimiz haline geldi. Etik, ahlak, hukuk
hepsi ne yazık ki mevta oldu...
***
Tüm saydığım bu durumları ete kemiğe büründürüp anlatabilecek
binlerce örnek vaka var elimizde. Sebebi ise ne yazık ki yaşayan
bir nefretin içinden geçiyor oluşumuz. Daha dün Uğur Kurt adında
bir gencimizi daha yitirdik. Polis tarafından silahla
başından vuruldu…
Bir kısmımız “terörist bunlar, sokakları ateşe
vermelerine, ülkeyi bölmelerine izin mi verelim” diye
düşünüyor yada “Alman istihbaratı yine iş başında…
Dış mihrak oyunu bunlar” gibi savları destekliyor
olabilir. Velev ki tüm bu iddiaları doğru kabul edelim.
Başımızda uluslararası istihbarat ağlarının derin bir operasyonu
olsa bile, bu durum bizim bir hukuk devleti olduğumuzu ve bu ilkeyi
ihlal etmeden hareket etmemiz gerekliliğini değiştirir mi?
Olayda kolluk güçlerinin aşırı bir şiddet kullanımı ve temel bir
hak olan yaşama hakkını sınırlaması durumu var.
Oysa özgürlüklerin hangi durumlarda sınırlandırılabileceği,
anayasamızda çok açık ve net bir biçimde belirtilmiştir.
İlgili olay dış mihrakların bir oyunu olsa bile, toplumun
ortak sözleşmesi olan anayasayı gündelik politik atmosfere göre yok
saymamız mümkün müdür? Doğru olan bu mudur?
Keza, Polis Vazife Ve Salahiyet Kanununun 16. Maddesi, polisin
görevini yaparken direnişle karşılaşması halinde zor kullanma
yetkisini çok açık bir biçimde düzenler. “Ölçülü”
ve kademeli olarak , “karşıdakini etkisiz kılacak
şekilde” silah kullanabileceğini belirtir. Kanunun
hiçbir yerinde meşru müdafaa kapsamında direnişçinin kafasına sıkıp
onu öldürebileceği yazmaz.
Eğer kanunlar parlamentoların bir yaratısıysa ve parlamentolar
da milletin iradesinin tecelli ettiği yerse, kanuna aykırı fiilleri
politik nedenlerle meşru görmek; “milli irade”
kavramına bir ihanet olmaz mı?
Hadi bir adım öteye daha gidip yasalarda kolluk güçlerinin böyle
bir yetkiye sahip olduğunu ve iç karışıklık yaratmaya çalışan
istihbarat elemanlarının sokağa indiğini varsayalım. Polisin
böylesi bir ortamda, toplumsal kutuplaşmanın artmasına sebep
verecek ve ilgili dış güçlerin ekmeğine yağ sürecek bir cinayet
işlemesi yanlış değil midir?
***
İnanın, sokaktaki göstericiyi olabildiğince sevmiyor olsanız
bile eğer nefret gözünüzü kör etmediyse, tüm bu sorduğum
sorulara makul cevaplar vereceğinize eminim.
Çünkü politik fanatizm büyüsünün hiçbirimize bir faydası
yok.
Bu sebeple önümüzde iki yol var. Ya hepimiz temel hak ve
özgürlüklerimizi teminat altına alan evrensel hukuktan yana
olacağız yada iktidar hırsımızın peşine düşüp bu gerçekleri göz
ardı edeceğiz.
Bu gerçekleri görmezden gelmek demekte, aynı kurşunun farklı
ellerde bir gün bize de dönebileceğini bilmektir.
Bu nedenle daha önce yaşadığımız “kim
vurduların” aksine, toplumun vicdanını zedelemeyecek
şekilde olayın üstüne gitmek ve sorumluların ortaya çıkarılmasını
sağlamak gerekiyor.
Hala çok geç değil. Ülkenin belli bir çoğunluğunu tekrar Orta
Asya’ya göç ettiremeyeceğimize göre, fikirlerimiz ve zikirlerimiz
ayrı olsa da iktidar savaşından kurtulup bir arada yaşabilecek,
birbirimizin yüzüne utanmadan bakabileceğimiz yeni bir yol
bulmalıyız.
İnsanca yaşamak için,
buna mecburuz.