Tenasul uzvundan elektirik verdiler
Abone olBBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Zaman'dan Nuriye Akman'a 12 Eylül'le başlayan işkence günlerini anlattı.
Anlattıkları insanın tüylerini diken diken eden Yazıcıoğlu,
"Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, T
şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda
bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada
sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve
tenasül uzvundan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş
olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara
soyundurularak alındım."dedi. Çektiğim işkencelere isyan etmeliydim
12 Eylül öncesinde Türkiye’nin her tarafında sıkıyönetim olduğu
halde, neden olaylar önlenemedi de 12 Eylül sabahı, ne kadar örgüt
varsa hepsi bir gecede yakalandı? Bunların isimleri, adresleri
belli olduğuna göre neden o güne kadar beklendi? General Bedrettin
Demirel “İhtilale bir yıl önceden karar vermiştik, ama henüz
olgunlaşmamıştı.” demişti. O bir yıl içinde sağcı solcu binlerce
genç hayatlarını kaybetti, binlercesi de suçlu duruma düştü. Buna
neden izin verildi? Cevapları verilmeyen o kadar çok soru, o kadar
değişik işkence metotları ve hesabı dürülmeyen o kadar çok
işkenceci oldu ki. Sorularımızı unuttuk, bari yaşananları
hatırlayalım dedim. İhtilalin kaçıncı günü alındınız? Şubat ayının
sonuna kadar teslim olmadım. “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” diye bir
dava organize edildi. Bize teslim ol çağrıları yapıldı. Kızılay’da
bir büroda kalıyordum. Bir gün kapım çalındı. Ben “Üzerimi
giyiyorum” diye seslenince, “Namahrem misin ya!” diye bağırarak
kapıyı kırdılar. Zeki Kaman adlı bir komiser, “Yazıcıoğlu, nasıl
bulduk seni!” dedi. Kapının önüne çıktık. Her taraf sarılmış.
Arabanın oraya geldiğimde, birkaç taraftan vurdular. Arabada darp
yapmak istediler, karşı koydum. Dürüst Oktay adlı başkomiser,
“Dokunmayın, biz teslim ettikten sonra ne yaparlarsa yapsınlar”
dedi. Atatürk Öğrenci Yurdu’nun önünde gözümü bağlayıp ellerimi
kelepçelediler. Başka bir ekibe devrettiler. Ama gerçekte devir
miydi, yoksa o süsü mü verdiler, anlayamadım. Bir nizamiyeden
geçtiğimi anlıyorum. Kolumdan tutarak indirdiler. Daha orada
sağımdan solumdan arkamdan tekme atmaya başladılar. Bağırıyor
musunuz o anda? Hayır, yalnız “kolumu bırakın” diye direndim.
Arkadan enseme vuruldu, kafam bir yere çarptı ve alnımdan aşağıya
doğru ılık ılık kan aktı. Hakaret ede ede, vura vura götürdüler,
ayakkabılarımı, çorabımı çıkarttılar. Bir kalasın üzerine sırt üstü
yatırıldım ve iple bağlandım. O zamanki Ülkü Ocakları, MHP Gençlik
Kolları’nda görev yapmış ama henüz yakalanmamış olan kişileri
soruyorlar. Aklınızdan ne geçiyor? Kendi vicdanımda doğru kabul
ettiklerimin dışında bir şeyi asla kabullenmeyeceğim. Gerekirse bir
ülkücü işkence masasında ölür. Böyle bir psikolojiyle karşı
koyuyorum. Beni yatırır yatırmaz serçe ve ayak parmaklarımdan
devreyi tamamlayacak şekilde cereyana verdiler. Bundan çok
etkilenmedim. Sonra bütün çamaşırlarımı çıkarttılar. O zaman haya
duygusuyla direnmeye başladım ve orada ilk hatayı yaptım. Çünkü
yapılandan etkilenmiş olduğumu anladılar. Eyvah! Kollarım açık
olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, T şeklini aldım.
Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere
çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak
boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül
uzvundan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş
olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara
soyundurularak alındım. İşkence yapan karma bir timdi Bunları yapan
asker mi, polis mi? Polis ve askerden oluşan karma bir tim olduğu
kanaatindeyim. Zaten askerî savcıların kontrolünde, askerî bir
ortamda yapılıyor. Sonra beni askıdan indirip bir demir parmaklığa
götürdüler. Bileklerimden panele kelepçelediler. Yan odada da
sorgulama yapılıyor, işkence sesleri geliyor. Orada herkese
“komutanım” demek zorundayız.. Onlar size nasıl sesleniyor? Bizim
adımız da “lan”. Bir ara omuzuma bir ot yastık kondu. Çok
rahatladım. Herhalde birisi bana iyilik yaptı dedim. Ama bir müddet
sonra yastık ağırlaştı.. Dedim ki, “Şu yastığı öbür tarafa kor
musunuz?” “Yasak lan” dedi. Anladım ki yastık da işkencenin bir
parçası. Yemek yok. Su içmek yasak: Bir, psikolojik baskı gerekçesi
olarak. Bir de cereyana verildiğimiz için, vücut susuz kalıyor, ani
bir su içme halinde iç kanamadan ölümler meydana geliyormuş. Bazı
arkadaşlarımızın tuvalet ihtiyacı için gittiğinde, oraya buraya
dökülmüş sulardan eliyle alıp yaladıklarını biliyoruz. Bizi
soyundurdukları zaman, üzerimizden bir kova su dökülüyor.
Vücudumuzda elektrik akımı gezdirildiğinde o su, her tarafımızı
birden etkiliyor. Ayaklarımızın altına falaka vuruldu. Bir
arkadaşımız, araba lastiğinin içinde sıkıştırılarak döndürüldü.
Yüzlerce arkadaşım işkenceyi benden çok daha ağır yaşadı.
Bahçelievler katliamından da sorgulandınız mı? Evet. “Konuyla
ilgili bilgim yok” dedim. “Haluk Kırcı’yı tanıyor musun?” diye
sordular. “İsmini duydum ama ilişkim yok.” dedim. Ağzımı
bantladılar, içeriye bir kişi getirip sordular: “Muhsin
Yazıcıoğlu’yla nerelerde buluştun?” O da “Ankara’ya geldiğimde Ülkü
Ocakları Genel Merkezi’ne gittim, şöyle oldu, böyle oldu” diye
anlatmaya başladı. Onu dışarıya çıkarttılar, benim ağzımı açtılar.
“Şimdi söyle lan” dediler. Dedim ki: “Bu kişi kim bilmiyorum.
Gözlerimi açın. Yüzleşelim. Söyledikleri doğru değil.” İddiası ne?
İşte diyor ki “Ben Bahçelievler olayından sonra Muhsin
Yazıcıoğlu’nun yanına gittim, kendisi bana ne yapacağımı sordu.
“Beyrut’a gitmek istiyorum” dedim. O benim Antalya’ya gitmemi
önerdi.” Dolayısıyla beni, o olayla ilişkilendirmiş oluyor. Sonra
ikimizi yüzleştirdiler. “İsmi ne bu arkadaşımızın?” dedim. “Haluk
Kırcı” dediler. Dedim ki “Haluk bu söylediklerin olmadı. Ben
seninle hiç görüşmedim. Niçin bunları söylüyorsun?” Bu sefer benim
dizlerime postallarla vurarak, “Yönlendirme” dediler. Sonra ona
döndüler, “Evet Haluk sen ne diyorsun?” dediler. Dedi ki: “Ben
Muhsin Yazıcıoğlu’nu hiç görmedim.” Bu sefer beni hemen kaptıkları
gibi dışarı çıkarttılar, sonra Haluk’un feryatları içerden geldi.
Bu defa onu askıya aldılar. Orada yirmi günden fazla kaldım.
Geceleri hücrede mi yatıyorsunuz? Hep sandalyede bağlı oturuyoruz.
Hiç yatmadık 20 gün. Sonra, Haluk Kırcı ile savcının önünde karşı
karşıya geldik, gözlerimiz açık. Beni görür görmez, “Abi özür
diliyorum. Bana ısrarla ifadende, Muhsin Yazıcıoğlu’na yer
vereceksin dediler. Ben de nasıl olsa yakalanmamıştır, sırf oradan
bir an evvel çıkayım diye bunları söyledim.” dedi. İdam
edilebilirdim! Siz onu, Bahçelievler katliamının sorumlusu olarak
mı tanıyorsunuz o zaman? Hayır, basında çokça çıktı ama ben onun
katil olduğunu düşünmüyorum. Bakın, ben geriye giderek bir olayı
daha ifade edeyim. İşkence 12 Eylül öncesinde de yaşandı. 1979’da
beni yine evden aldılar. Mamak’ta 2,5 metrekarelik bir hücreye
koydular. Mazgalı da kapalı. Dört gün sonra kapı açıldı, biri
geldi, gözümü bağladı. Kollarımdan tutup bir yere götürdü. “Evet
Yazıcıoğlu, dışarıda ne oldu biliyor musun?” dedi. “Bilmiyorum”,
dedim. “İhtilal oldu. Türkeş de başka bir yerde sorgulanıyor, senin
gibi. Hepiniz toplandınız” dediler. “Hayırlısı olsun” dedim.
“Hasanlar Kıraathanesi diye bir yer hatırlıyor musun?” dediler.
“Yok” dedim. “Hani Seyranbağları’nda bir baskın yapıldı” dediler.
“Ha evet” dedim, “Hatırlıyorum. Sivas’a giderken Yozgat
civarındaydım, arabanın radyosundan Seyranbağları’nda bir
kıraathanenin basıldığını ve orada birkaç kişinin öldüğünü
dinledim. Hemen Ankara’yı aradım: Bu neyin nesi, bizimle bir ilgisi
var mı? Onlar da hayır bizimle bir alakası yok dediler” dedim. “Sen
bu olayla ilgili birisine görev verdin mi?” dediler. “Hayır”,
dedim. “Çağırın şu vatandaşı” dediler. İçeriye birisi alındı.
“Anlat bakayım oğlum” dedi birisi. O dedi ki: “Ben bir gün genel
merkeze geldim, genel başkan seni çağırıyor dediler, Muhsin
Yazıcıoğlu’nun yanına çıktım. ‘Şu anda solcuların lideri Hasanlar
Kıraathanesi’nde oturuyor. Gidin onu halledin’ dedi bana. Ben de
yanıma bir arkadaşı aldım, gittim. Masadakilerin hepsini vurdum.
Sonra da geri döndük, Yazıcıoğlu’na görevimizi yaptığımızı
söyledik.” Onu dışarı çıkarttılar. Sorguyu yapan “Şimdi söyle bana
Muhsin” diye sordu. Ben de “Böyle bir şey söz konusu değil. Neye
dayanarak bunları söylüyor. Beni yüzleştirin” dedim. Beni epey
zorladılar. Sonra beni Ankara Emniyeti’ne götürürlerken kelepçe
vuran bir görevli, bana bir sempati gösterdi. Ondan cesaretlenerek,
“Dün beni nereye götürdüler?” diye sordum. “Cezaevi müdürünün
odasına götürdüler”. “Kim vardı?” dedim, “Ankara Emniyet
Müdürlüğü’nden bir baş komiser vardı” dedi. Kim o? Dürüst Oktay. 12
Eylül’de de sizi alan kişi Evet. Emniyette beni bir hücreye
koydular. Orada da askıya alındım, işkence gördüm, cereyana
verildim. Sonra savcılığa götürülürken benden emir aldığını
söyleyen delikanlı ile göz göze geldik. Mehmet Ali Aksümer diye bir
genç. “Abi çok özür diliyorum. Benim bacağımda yaram var. Kangren
ederiz yaranı dediler, yaramı sıktılar. Bana işkence yaptılar.
Seninle ilgili ifade vermem için zorladılar. Önüme birkaç tane olay
koydular. Bu olaylardan birisini üstlenmemi ve seni suçlamamı
istediler. Ben de bu olayı kabul ettim” dedi. “Ne biliyorsan
söylersin savcıya” dedim. “Ben” dedi, “O olay olduğu tarihte
cezaevindeyim.” Ha onun için onu seçmiş ki, daha sonra
kanıtlayabilsin. Evet. Hamdi Sevinç diye bir askeri savcının
karşısına çıktık. Çocuk söylediklerini savcıya anlatmasına rağmen
dikkate almayıp tutukladılar beni. 38 gün, Mamak Askeri Cezaevi’nde
tecrit hücresinde kaldım. Sonra, yüksek mahkeme dosyamı inceledi,
bu çocuğun o tarihlerde cezaevinde olduğuna dair belgeler geldi,
beni bıraktılar. Burada önemli bir ayrıntı daha var. O arada simit
satan bir çocuk, bu Ali Aksümer’i teşhis ediyor, “Katliamı bu
yaptı” diyor. Sonradan onun da bir emniyet piyonu olduğu anlaşıldı.
Ancak, düşünüyorum da bu Mehmet Ali Aksümer olay tarihinde
cezaevinde olmasaydı, ortada bir tanıklık olduğu için Muhsin
Yazıcıoğlu idam edilmişti. Sizin bir de kafes hikayeniz vardı.
Mamak Cezaevi’nde kafes diye bir yer var. Üç tarafı demir
parmaklıklarla çevrili. Biz de girdik o kafese. Her hareket için
izin almak zorundasınız. İzinsiz oturduğunuz için coplanıyorsunuz.
İster bir kişi ol, ister yirmi kişi, belli saatlerce kalk, rahat,
hazır ol, yerinde say, uygun adım marş. Kafesin içinde dört
dönüyorsunuz. Ayağını şaşırttın. “Gel bakayım”, dayak. “Niye gözüme
baktın? Tavana bakacaksın” dayak. Solcular da, ülkücüler de aynı
kafeste. Konuşmak yasak. Kesinlikle, sağına soluna bakamıyorsun.
Sadece önüne bakacaksın. Çağrıldığın zaman tavana bakarak
gideceksin. Kafeste marş söyletiliyor mu? Evet. İzmir Marşı,
Eskişehir Marşı. Saat 16’da İstiklal Marşı söylettiriliyor. Tuvalet
ihtiyacınız oldu, uygun adım marşla gidiyorsunuz. Ben bunu
yaşamamak için hiç tuvalete gitmek istemedim. Sonra koğuşa
gönderildim. 51 kişiyiz, 7’si ülkücü, gerisi sol gruba mensup.
Nöbetleşe karavana almaya gidiliyor. Orada sorular soruyorlar.
Cevap veremeyenler ve bağırarak söylemeyenler dayak yiyor. Zemin
bir iki üç diye bir koğuş var Mamak’ta. Orada kalanlardan birinde
tetanos çıktı, birine verem teşhisi kondu. Dilekçeler yazdırıyorlar
diyorlar ki: “Bu koğuş sağlıksızdır, kapatılsın.” Hiç cevap
verilmiyor. Bir gün, Kenan Evren, Erzurum’da konuşma yapıyor.
Megafondan da cezaevine dinletiyorlar. Evren diyor ki, “Bizi
denetlemeye hakları yok. Biz bağımsız bir devletiz.” Halbuki o
konuşma sırasında cezaevi içinde Avrupa’dan gelen İnsan Hakları
Komitesi dolaşıyor. Ülkücüler, “Kendi devletimizi yabancı birisine
şikayet etmeyiz” diyorlar. “İşkence oldu mu?” deyince, “Türk
devleti işkence yapmaz. Bu bizim iç sorunumuzdur” diye milli bir
duyarlılıkla konuşuyorlar. Şikayet etmeyi kabullenemedik Bunun adı
milli duyarlılık değil ki. Suça ortak olmak. Yabancılara şikayeti
onurumuza yediremiyoruz. Bu milli gururumuzu incitiyor. Uzun süre
şikayet etmemekte direndik. Ama bir gün, İnsan Hakları Komitesi
koridordan geçerken bizim çocuklardan birisi, Almanca olarak “Zemin
bir iki üçü kontrol edin” diye bağırdı. Heyet duruyor, kapıyı
açtırıyor. O koğuşa giriyorlar, sadece bir kokluyorlar ve diyorlar
ki: “Bu koğuşta insan yaşayamaz, kapatılsın.” 45 dakikada koğuş
kapatıldı. Ondan sonra başka bir psikolojiye kapıldık. Yani kendi
devletimize, hukukumuzu koruması için yaptığımız müracaatlara cevap
verilmiyor, ama dışarıdan biri geliyor ve bunu kapattırıyor. O
olay, yaşadığımız işkencelerin mutlaka anlatılması gerektiğini
ortaya çıkarttı. Ama biz yine de ailelerimize işkence gördüğümüzü
söylemedik. Üzmemek için mi? Üzmeyelim diye. Ama sol grup, böyle
değil. Annesiyle görüş kabinine girdiği anda feryadı basıyor. Onlar
da hemen oradan çıkıyor, Başbakanlık’ın önüne gidiyorlar.
Aileleriyle ellerini arkada tutarak görüşüyordu arkadaşlarımız,
şişlikleri görmesinler diye. Ben hiç ailemi ziyarete istemedim.
Sadece açık görüşte, bayramlarda benim ailem geldi. Bizde
yaşadıklarımızı abartma değil de, azaltma gibi bir özellik var.
Genel olarak bir ülkücü karakteri bu. Ben cezaevinde arkadaşlara
yazı yazın, şiir yazın dedim. Bir kompozisyon yarışması verdim.
Orada kader konusunu inceleyeceksiniz dedim. Cezaevindeki
arkadaşlarımız içersinden edebiyatçı, şair, roman yazarı çıkmalı.
Bunları yalnız onlar yazabilir. Ancak, tevekküle sahip olan
birisinin acılarını dışarıya yansıtabilmesi, o acılarından şikayet
ederek bir roman, bir hikaye, bir şiir çıkartması son derece
zordur. Bunu bir eksiklik olarak görüyor musunuz? Biz elbette
kaderimize değil ama yaşadıklarımıza isyan etmeliydik. Bu kadere
isyan değildi ki. Kadere karşı gelmek değildi. Bir hamlık vardı o
zaman hepinizde. Aslında bu hayat görüşünde bir hamlık değil.
Başkalarının hayatını sona erdirmek Allah’ın iradesindedir.
İşkence, zulüm, dinimizin reddettiği bir eylem. Haksızlık ve
adaletsizlik kabul edilmeyecek bir yaklaşım. Tabii bunu kendimiz
yapmadığımız için başkasının yapmasını da istemiyoruz, karşı
çıkıyoruz. Fakat dışarıya feryat ederek, ağlamak, sızlamak,
bağırmak, çağırmak da onurumuza yediremediğimiz şeyler. Bunun
altında biraz kibir de var ama... Kibir mi dersiniz, gurur mu
dersiniz yoksa bu feryadı da aşağılanma gibi algılayan bir
psikoloji mi? Biz bu kötü muamelelerin hepsini beraber yaşadık.
Sola ne yapılmışsa, bize de aynısı yapıldı. Ama solda isyan kültürü
var. Bu isyan kültürünün getirdiği tahrikle karşı tarafta çatışma
ortamına daha fazla girme eğilimi var.