'Tayyip, tam kafama göre bir adam'
Abone olHürriyet Gazetesi’ndeki yazılarıyla Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarı olan Bekir Coşkun, İnternet Haber Ankara Temsilcisi Nesrin Yanık Çorakbaş'a konuştu.
Hürriyet Gazetesi’ndeki yazılarıyla Türkiye’nin en çok okunan
köşe yazarı olan Bekir Coşkun, hala yasını tuttuğu köpeği Pako’dan
eşi Andree’ye, “Tam kafama göre bir adam keşke bir de Cumhuriyeti
sevseydi” dediği Tayyip Erdoğan’a kadar her şeyi açık açık, Ankara
Temsilcimiz Nesrin Yanık Çorakbaş’a anlattı…
“Laik bir ülkenin başbakanı laiktir”
En keskin eleştirilerini sıraladığı yazılarında bile mizaha
batırdığı kalemiyle okurunu gülümseten, Türkiye’de ‘hayvan hakları
ve çevre’ denildiğinde duyarlılığıyla ilk akla gelen gazeteci olan
Bekir Coşkun, özel hayatını ve inançlarını belki de ilk kez bu
kadar açık yüreklilikle anlattı.
Bir zamanların içecek suya muhtaç şehri Urfa’da tekne hayalleri
kuran, bir yandan okurken bir yandan kanunuyla gazinolarda ünlü
sanatçılara saz çalan, sofrada fazla çatal kaşık gördüğünde şaşıran
bir köylü olduğunu söyleyip hem de Fransız bir diplomat kızı olan
eşi Andree ile evlenen, üstüne de peltekliğine kızıp Türkiye’nin en
çok okunan köşe yazarı olmayı başaran biri Bekir Coşkun. Yani
sahiden özel…
Ölümüyle pek çok hayvan severi üzen Pako’nun, bu kadar
şöhret olduğunu tahmin ediyor muydunuz?
İtiraf edeyim şaşırdım. Şimdilerde Doğan Yayıncılık Pako’nun
yazılarını bir kitap yapıyor. Onun önsözünü yazarken ben şunu da
önerdim; sosyal bilimciler, toplum bilimciler araştırsınlar. Bu
nedir? 13 kilo ağırlığındaki köpek, beni de üzerine koyarsanız 86
kilo, Türk toplumunu bu kadar etkileyebilir mi, insanları bu kadar
ayağa kaldırabilir mi? Bu Pako’nun ölümünde ortaya çıktı. İki üç
gün Hürriyet’in telefonları kilitlendi, gökten mesaj yağıyor.
Bilgisayarımda hala açılmamış bin 500 mesaj var. Bir defa bütün
partilerin genel başkanları, genel sekreterleri, cumhurbaşkanı,
başbakan hariç ama İçişleri Bakanı, Sağlık Bakanı başsağlığı
dilediler. Bunlar muhafazakar kesimden insanlar. Hele AKP Çevre
Komisyonu üyeleri, buraya kadar geldiler. Evimin bahçesi iki-üç gün
ağlayan çocuklarla doldu doldu boşaldı.
Dünyada bunun örneği var mı?
Hayır örneği yok. Pako’nun ölümünü bütün haber kanalları alt yazı
olarak geçtiler, birçoğu canlı yayına katılmam için beni aradı.
Bütün televizyonların haber bültenlerinde yer aldı. Peki nedir bu?
Bunu birisi anlatmalı bence. Bana da anlatmalı, çünkü ben de niye
anlamış değilim. Acaba diyorum, biz Türk toplumunun yüreğindeki
sevgi tozunu mu aldık? Ya da Türk toplumu insanlardan çok çekti de,
karşılarına dört ayaklı bir yaratık olan Pako çıktı ve onu çok
güvenilir ve onu çok dürüst mü buldular? İnsanlar ilk defa onlardan
bir şey istemeden, onların ne duygularını, ne oylarını, ne de
paralarını istemeden karşılarına çıkan birisini çok mu sevdiler?
Nedir bu? Bence bir üniversitenin bunu araştırması lazım.
Çocuğunuzun şöhretli olması gibi bir şey miydi bu, yoksa
aynı meslekten iki yazar gibi miydiniz?
Öyle de değil, öyle de değil. Ben haftada iki gün Pako oluyordum.
Haftada iki gün onun gibi düşünüyordum ve onun gibi davranıyordum.
Çok enteresan bir şeydi bu, daha önce hiç başıma gelmedi. Ki ben
hala ağlıyorum. Sabahları gazeteye gelince bazen odamın kapısını
kilitleyip ağlıyorum.
Pako’yu sevenler kadar, ‘bir köpek nasıl köşe yazarı olur’
diyenler de çıktı. Bu tepkiler sizi üzdü mü?
Ben onlara hiç kızmadım. Ben daha büyük tepki bekliyordum aslında.
Özellikle muhafazakar gazetelerde, Cumhurbaşkanın başsağlığı
dilemesine ya da Deniz Baykal’ın yazılı açıklama yapmasına daha çok
tepki duyulacağını düşünüyordum. Fakat enteresan bir şey oldu;
Zaman Gazetesi’nden, Milli Gazete’den, radikal yayın organlarından
arayıp başsağlığı dileyenler oldu. Hiç olumsuz bir şey yazmadılar,
yalnız meclis başkanının üzen bir lafı oldu, bir de bir dinci yazar
medyaya bir açıklama yaptı. Onun dışında hiçbir tepki gelmedi.
Pako’nun yazılarını gerçekten siz mi
yazıyordunuz?
Tabi ki. O, kolektif bir düşünceydi. Çocuklardan gelen mektuplar,
kadınların ve hayvan severlerin sabahlara kadar susmayan
telefonları, buraya gelerek benimle görüşenler, okullardan,
üniversiteden gençlerin Pako’ya yazdıkları mektuplar, mesajlar,
öneriler, veya onunla ilgili düşünceler. Bütün bunlar ve benim
katkım. Ben onları topluyordum ve kaleme alıyordum. Bunlar kolektif
düşüncelerdi, benim düşüncelerim falan değildi. Tabi bir de şu var;
Pako’nun yazılarında kullandığım olaylar olsun, Pako’ya Mektuplar
televizyon programında olsun, kitabında olsun, anlatılan öykülerin
bir teki bile hayal ürünü, senaryo değil. Belki bazılarında mizahı
abartmış olabilirim, ama tümü doğru olaylar. Bir anne serçenin,
kafesteki yavrusuna yiyecek taşıması vardı. O dönem Kanal D’nin
Genel Yayın Yönetmeni olan Uğur Dündar ve Show’un Genel Yayın
Yönetmeni Reha Muhtar buna inanmamışlar. Yazının çıktığı gün ikisi
de beni arayıp, ‘bu nasıl olur’ dediler. Elimde kamera görüntüleri
vardı, hemen gönderdim. O gece iki haber bülteni de görüntülerle bu
haberi verdiler. Eğer bunu kanıtlayamasaydım, kimse bana
inanmayacaktı. Bir köpeğin iki kedi yavrusunu emzirmesi olayı vardı
görüntüleri ile birlikte. BBC bunu TRT’den satın aldı. Demek
istediğim; bu işte bir samimiyet vardı.
Pako’nun yazarlığı Hayvan Hakları Yasası’nın çıkmasını
etkiledi mi?
“Pako çıkarttı” gibi iddialar var ama doğru değil tabi. Altı yıllık
bir uğraştır bu. Hayvan severler ile birlikte gittik, meclisin
kapısına gittik, oturduk, direndik, yazıştık. Açık söyleyeyim,
özellikle çevre komisyonundaki AKP’lilerin vicdanlı, merhametli ve
hayvan sever olması bu işi kolaylaştırdı. Bir de tabi meclis
başkanının kuşunun, yine o da ne mübarek kuş ki, tam bu kanunun
gündeme alındığı günlerde ölmüş olması, meclis başkanının medyaya
“kuşum ölünce evde ağladık” demesi, bütün bunlar katkı sağladı. Ama
hayvan severlerin yıllar süren çalışmasını da inkar edemeyiz. Tabi
bir de, Avrupa Birliği’ne girme şartlarından birisiydi bu.
Türkiye’de hayvan haklarının sembol ismi haline gelmek,
size fazladan bir sorumluluk da yüklüyor mu?
Aslında
çok sorumluluk yüklüyor. Ben kendimi yaşayamıyorum. Hayvan
severlerin ve doğayı severlerin gözünde öyle bir hale geldim ki,
sanki asla hata yapmayacak insanüstü bir yaratık durumuna geldim.
Bu beni rahatsız ediyor. Bir arkadaşımla bara gitmek, düğünde dans
etmek ya da bir arkadaşımla yemeğe gitmek gibi şeyleri yapamıyorum.
Bunun altında eziliyorum ve şikayetçiyim.
Bundan sonra ne olacak peki, Pako’nun yerine kim
geçecek?
Zaten kimi dergilerde, gazetelerde başka Pako’lar yazmaya
başladılar. En azında şu ortaya çıktı; ben hayvanlarla ilgili ilk
yazıyı yazdığımda “İnsan hakları dururken, hayvan haklarının sırası
mı?” diye az daha beni işten atacaklardı. Hürriyet’te Ertuğrul
Özkök’ ün çok hayvan sever olması önemliydi ve ben yazmaya
başladıktan bir süre sonra Ertuğrul Özkök de kedisini yazmaya
başladı. Derken, yazarlar kedilerini, köpeklerini, kuşlarını
yazmaya başladılar. Herkes kendi tanıdığı hayvanı yazmaya başladı.
Sonradan baktılar ki, bütün hayvanlar anlamlı. Sonunda, iş bu
noktaya kadar geldi. Bundan sonra kim yazar? Bir defa artık Pako
yok. Okuyuculardan “Pako cennetten yazsın” diye çok baskı geliyor.
Bu gerçek olmaz. Pako gerçekti, evde vardı. Ona mektuplar,
telefonlar geliyordu, Pako’nun sekreteryasını ben yapıyordum. Şimdi
artık ne olur bilmiyorum. Ama ben tabi ki, çevre ile, doğa ile,
hayvanlarla ilgili yazılarımı sürdüreceğim. Belki bunu televizyonu
taşımak mümkün. Pako’ya Mektupları yine bir televizyon için yapmak
istiyoruz, bazı televizyonlarla görüşmelerimiz var. Artık bütün
medyada hayvan severler var. Onlar daha önce de vardı ama, insan
hakları dururken hayvan haklarının sırası mı, baskısının altında
sessiz duruyorlardı. Artık onlar da var.
Urfa’lı yazar Bekir Coşkun, bir gün gazeteci olacağını,
Türkiye’nin en çok okunan gazetesinde köşe yazacağını tahmin eder
miydi?
Hayır hiç düşünmemiştim, hatta ben pilot olacaktım. Ama uçaktan
korkuyormuşum, sonradan uçağa binince fark ettim. Hatta Hava Harp
Okulu’nun sınavlarına girmiştim. Meğer uçaktan korkuyormuşum, iyi
ki olmamışım. Lise çağlarında, yerel gazetelere ilgi duyardım.
Fakat asıl etken, benim peltek oluşum. Ben peltek olduğum için, bir
de sinirlenince konuştuklarım hiç anlaşılmaz, o zaman kaleme kağıda
döşenirdim. Anneme, babama, kardeşlerime mektuplar yazardım. Tabi
kızlara da yazardım, çünkü o zamanlar mektuplaşmak tek
seçeneğimdi.
Çok aşk mektubu yazdınız mı?
Yazdım tabi ki. O dönemde büyük şairlerin kalın kalın şiir
kitapları vardı. Onlardan uygun şiirleri bulup mektuplara
yerleştirip, altlarına da imza koymamak gibi cingözlüklerim de
vardı. İnsanların iletişim kurması için birçok yol var. Yazmak var,
kızılderililerin dumanla haberleşmesi var, yeni neslin kullandığı
‘çav’lı haberleşme var, vücut dili ve mimikler var. Bunların ilki
konuşmak. O olmayınca, insan ister istemez ikinciye atlıyor, yazmak
için kağıda kaleme sarılıyor.
Şimdi Urfa’ya gittiğinizde sizi çocukları gibi mi
karşılıyorlar ?
Tabi, tabi. Ben zaman zaman üniversitelere ve bazı yerlere söyleşi
yapmaya giderim. Bunların en enteresanı Urfa’daki Harran
Üniversitesi’ne gitmemdi. Her gittiğim yerde salonlar dolardı.
Buraya gittiğimde kimse yoktu ve yalnızca akrabalar gelmişti. Bu
bilimsel söyleşide ilk soru “Andre’yi niye getirmedin” oldu. İkinci
soruda da, yanlarındaki çocuğu işaret edip “Bak bu da bizim Ömer’in
oğlu Faruk” dediler. Ben de “Hatice teyze nasıl” diye sorarak,
bilimsel konferansı böyle gerçekleştirdim.. Urfa’lılar kendi
yetiştirdikleri çocukları sevmezler. Kendi bestekarlarını
sevmezler. En kızdıkları adamlardan birisi İbrahim Tatlıses’tir.
Çok ilgi duyarlar, iyi karşılarlar ama arkasından konuşurlar “Bakma
sen, bu aslında demirci çırağıdır… ben çocukken ona çok kızmıştım…”
gibi. Urfalılar kendi çocuklarına hiçbir zaman sahip çıkmazlar.
“Pako’ya Mektuplar” kitabı olsun, “Dövlet” kitabı olsun, ki bu
kitap 29 baskı yapmıştı ve bütün Türkiye’de çok satmıştı, en az
sattıkları il Urfa’ydı. Yani Ağrı’da Mardin’de sattı, ama Urfa’da
satmadı. Hürriyet’in Urfa’daki tirajına bakın, çok küçüktür. Bir
yazar orada Urfa’yı yazıyordur, ama okumazlar. Sonra internetten
mesajlar gelir. Doğu’dan belki 40 tane gelir, ama Urfa’dan gelenler
üçü geçmez. O da mutlaka ya halamın kızıdır, ya da amcamın
oğludur.
Siz müzikle de uğraştınız değil mi?
Urfa kendi çocuklarını sevmez, ama kendi çocuklarına çok iyi şeyler
öğretir. Mesela müzik gibi. Eski Urfa evlerinde kuyruklu piyanolar
vardı. Anadolu’nun her tarafında enstrümanlar daha çok folklördür,
yani saz, bağlama, kaval, davul, zurna gibi. Fakat Urfa’daki
enstrümanlara dikkat edin, keman, kanun, ud, tambur, hatta akerdeon
gibi bir sürü saray enstrümanı vardır. Çünkü Urfa, Osmanlı
döneminde sarayda cariyelere sarkıntılık eden müzisyenlerin sürgün
yermiş. O yüzden Urfa’da inanılmaz bir müzik kültürü vardır. Her
evde duvarda enstrümanlar asılıdır. Bizim evin duvarında da bir ud
asılıydı. Benim ilk oyuncağım babamın uduydu zaten.
Şu an çaldığınız bir enstrüman var mı?
Evet. Benim ev çalgıcı dükkanı gibidir. Bütün enstrümanlar var.
Mini konserler veriyor musunuz çevrenize?
Tabi, her gece. Benim en iyi okuyucum da, dinleyicim Pako’ydu. Her
akşam ona keman çalardım. Her akşam muhakkak bir saat keman
çalarım. Yedi sekiz tane çok değerli kemanım var. Üniversiteyi
okurken de, müzikhollerde gazinolarda kanun çalardım. Bir sürü ünlü
sanatçıya kanun çaldım. Ama kanun biraz büyük bir enstrüman ve
taşıması zor. Onun için son yıllarda keman çalıyorum.
Son yıllarda keyifleriniz arasına kaptanlığı da eklediniz.
Emin Çölaşan söylüyor: “Urfalı Bekir kaptanın teknesiyle denize
çıkması, acemi sürücünün kamyonla şehir trafiğine çıkıp çılgınca
gazlaması gibi oluyor!” Gerçekten kötü bir kaptan
mısınız?
Emin yazıncaya kadar öyle bir sorun yoktu. Yani kaptanlar gördüğü
zaman kaçmıyorlardı. Emin yazdıktan sonra ben denize açılınca
kaçmaya başladılar.
Denizle bağınız nasıl başladı?
Ben ilkokul dördüncü sınıftaydım. Harran Ovası’nın ortasında 20
hanelik nahiyede, babam nahiye müdürü. Evde bir dergim var benim.
Bir Amerikan ailenin renkli resimli bir romanı, bir adaya
gidiyorlar, tekneleri arıza yapıyor, tekneyi onarıyorlar, falan.
Evde çok da kağıt yok o zamanlar. İkide bir mangal yakıldıkça,
benim derginin sayfaları eksiliyordu. En sona bir sayfası kalmıştı,
o da tekneyi tamir etme bölümüydü. Nasıl olduysa bu sahne benim
beynime yerleşti. Bir damla suyun olmadığı, 60 metre derinden su
çıkartıldığı, çıkan sarı suyun içinde de böcek ayaklarının
gezindiği bir yerde, deniz hayallerim başladı. İlk paramla da
lastik bir bot aldım zaten ve Gölbaşı’na gittim. İlk suya açılmam
böyle oldu. Ondan sonra daha ciddiye aldım, şimdi Cunda’da büyük
bir teknem var.
Teknenizle dünya turuna çıkmak gibi hayalleriniz var
mı?
Ben denize açıldığım zaman bile yeri görmeliyim. O kadar
uzaklaşamam.
Marangozluk hobiniz için de dolap kapaklarını söktüğünüz
söyleniyor. Doğru mu?
Ben kafama bir şey koyduğum zaman, bunu illa yaparım. Ama bu bana
çok pahalıya da patlayabilir. Eğer evde bir şey yapacaksam, malzeme
yoksa ve gardırobun kapağı da uygunsa, söküp yaparım. Nitekim bir
ahşap lazımdı. Bütün evi aradım, masaların ayaklarına baktım,
hiçbiri uymuyordu. En sonunda yerde parkeyi gördüm, çok güzel
damarları vardı. Bekledim, Andree uyuyunca tornavida ile onları
söktüm, yaptım yapacağımı. Sabah yaptıklarım hazırdı, ama parkeler
eksikti.
Sizin eleştiri ile birlikte mizahı kullanma gücünüz nereden
geliyor, kimlerden etkilendiniz?
Nereden etkilendim bilmiyorum. Bence mizah, Türklerin genlerinde
var bu. Aslında ben mizah yazayım diye hiç gayret etmem, hatta
ciddi yazmak istiyorum ama yazamıyorum. Bu benim kimliğimde var.
Zaten bir Urfa’lının kaptan olması bir mizahtır.
Bazı insanlar her şeyi öğreneyim isterler, siz de böyle bir
açgözlülük mü var?
Bu çok güzel bir soru oldu. Bazen insanda bir cevap vardır ama o
cevabın sorusu yoktur. Güzel bir şey varsa bunu ben yapayım, yeni
bir şey varsa buna ulaşmalıyım gibi bir şey var. Bende böyle bir
hırs var. Urfa’da deniz kaptanlığını düşünmenin ya da peltekken
yazı yazmanın nedeni budur belki de.
AKP iktidarıyla birlikte, sanki Bekir Coşkun’un üslubundaki
iğneler de sivrilmeye başladı. Bu yazılarınıza çok tepki geliyor mu
okuyucularınızdan?
Zannediyorlar ki, ben bir tek AKP döneminde muhalefet yapıyorum.
Andree ile evlendiğimizde, Turgut Özal bizim nikah şahidimizdi.
Fakat başbakan oldu, en sert yazıları ben yazdım, ki bana 14 dava
açmıştı. Karşılaştığımızda konuşurduk ama davalar da devam ederdi.
Hatta mahkum oldum, şu anda da sabıkalıyım zaten. Ondan sonra
Ecevit, ki benim ideolojime yakın bir insan olması gerek. Ecevit’in
başbakanlığı bırakmasında büyük payım olduğunu düşünüyorum. Tayyip
Erdoğan’da aslında, fotoğraf olarak baktığımda benim tam kafama
göre bir başbakan. Fiziğiyle, görüntüsüyle, enerjisiyle. Ahh
diyorum, işte denk getirme diye bir sorunumuz var bizim Türk
toplumu olarak. Mesela demokrasi ile cumhuriyeti denk
getiremiyoruz. Demokrasi gelince, cumhuriyetimiz elden gidiyor,
cumhuriyet olunca demokrasi olmuyor. Farkındaysanız, biz ambulansla
hastayı da hiçbir zaman bir araya getiremeyiz. Hasta vardır
ambulans yoktur, geçenlerde ambulans ile hastayı bir arayı
getirmişler. Fakat şoförü yokmuş ambulansın. Liderlerde de öyle.
Bir adam geldi, müthiş dünyayı bilen, karizmatik, mühendis, tam
Türkiye’nin aradığı adam. Ama, aile fotoğrafı kötü. Öbürü geldi,
bunun aile fotoğrafı da fena değil, fakat o kadar birikimine,
deneyimine rağmen etik değerleri yok. Başka bir başbakan geldi,
dünyanın en namuslu adamı, dürüst mü dürüst Fakat yürüyemiyor.
Başka bir adam buldum şimdi. Genç, yürüyebiliyor, yakışıklı, fakat
bu da cumhuriyeti sevmiyor. Denk gelmiyor bir türlü.
Siz nasıl bir başbakanımız olsun
isterdiniz?
Ben Tayyip Erdoğan’ı şöyle isterdim; karşımdaki Türk kadını gibi
kılık kıyafeti olan bir eşi olsun. Dini, imanı diline almasın,
çünkü o benim dinim imanım. Ben kendimi, ondan daha fazla dinsiz
imansız asla kabul etmem. Çünkü ben çok Allah’a sığınırım, çok
yalvarır yakarırım. Yani inançlı bir insanım ben. Fakat yazılarımda
da kullanmam bunu, özel hayatımda da kullanmam.
Sizi çok üzen tepkiler geliyor mu?
Evet, ona çok canım sıkılıyor. Mesela anneme küfür ediyorlar.
Özellikle bu dinci takımından geliyor. Karıma ya da ecdadıma küfür
geliyor. Şimdi ecdat deyince, mezarlıkta yatan insanlar akla gelir.
Adamlardan bacakları havada küfürler geliyor.
Özellikle bu kesimden gelmesi mi şaşırtıyor
sizi?
Sol örgütlerden, PKK’dan da geliyor, son
zamanlarda milliyetçilerden küfür geliyor. Ama galiz küfürler, hep
dini bütün kardeşlerimizden geliyor.
Bastırılmış bir takım duyguları mı ortaya çıkıyor
sizce?
Bence anlatım eksikliğinden. Öbürleri, benim
düşüncemin tersini söyleyecek kelimeleri bulabiliyorlar. Bunlar
devamlı Arapça öğrendikleri için Türkçe’yi mi unuttular bilmiyorum,
çocukların ezberlediği küfür cümleleri kalmış bunların aklında.
Nedenini çözemedim.
Yazılarınızda türban konusunu da çok işliyorsunuz. Türbanlı
okuyucularınızdan, fikrinizi değiştirme baskısı geliyor
mu?
Geliyor, ben de “Sözüm size değil” diyorum. Benim ablamın ve
annemin başı örtülü. Benim ailemden var bir sürü türbanlı. Dikkat
ederseniz ben yazılarda kadınlara, kızlara “Niye başınızı örttünüz”
demiyorum. Ben siyasetçilere, “Elinizi çekin bu örtüden, bunu
kullanmayın, bunu bir arma, bir simge haline getirdiniz, bakın ne
oldu?” diyorum. Tartışma buradan başlıyor.
Solun yeni lider adaylarından Mustafa Sarıgül de söylemini
türbana dayandırıyor, ona ne diyorsunuz?
Ama o türbanı onaylıyor, ben onaylamıyorum. Ben başbakan olsam ve
ablam da başbakanlığa gelecek olsa, ki ablamın doğduğundan beri
başı örtüktür, ablama haber gönderir ‘kuaföre gitsin, saçını güzel
yaptırsın başbakanlığa öyle gelsin’ derim. Çünkü, siyasetçiler
yüzünden türban bir simge oldu. Oysa başbakanlık, ülkemizdeki
Hıristiyanların, Alevilerin, Süryanilerin, tümünün başbakanlığı.
Oranının taraflı gözükmemesi lazım.
Laik devlet görüntüsünü vermek gerek mi
diyorsunuz?
Tabi ki, onun dışında benim itirazım yok türbana. Bir kamu
kuruluşuna gittiniz, masada türbanlı bir kadın oturuyor. Ama siz
onun hiçbir mezhebe, hiçbir dine ayırım gözetmeden orada oturmasını
istiyorsunuz. O duyguya kapılmamanız lazım. Bunu sağlamak için,
laik cumhuriyetin bütün dinlere, bütün mezheplere, bütün inançlara,
hatta bütün ırklara eşit uzaklıkta olduğunu ortaya koymak için,
laik olduğunuzu göstermek zorundasınız.
Tayyip Erdoğan bir Avrupalı parlamentere, “devlet laik
olabilir ama insanlar laik olmak zorunda değil” demişti. Bu
olabilir mi sizce ?
Gel de yazma. Nasıl oluyor böyle bir şey? Bence, Tayyip Erdoğan
böyle büyük laflar söylemekten vazgeçmeli. Çünkü söylediği zaman
berbat ediyor. Nasıl ki, dünya işleri ile ahiret işlerini ayıran,
devlet olmanın gereklerini yerine getiren tavırla, din işleri
ayrıysa, bir kişi de bunu ayırdığı zaman laik bir kişi olur. İşte
ben laik bir kişiyim. Ama Sayın Erdoğan değil. Sorun oradan çıkıyor
zaten. Laik bir ülkenin başbakanı laiktir. Bu kadar basit.
Basın, Tayyip Erdoğan’ı sık sık samimiyet sınavına tabi
tutuyor. Sizce bu sınavda Erdoğan’ın notu ne?
Sıfır. Ben de ona kızıyorum zaten. Bu kadar genç, sporu seven biri.
Çok da hoşuma gidiyor. Ama eminim, Tayyip Erdoğan da olduğu
konumdan memnun değil. Elinden gelse, ‘değiştim’ dediği dönemde
biraz daha fazla değişirdi. Aslında samimi olmak istiyor, fakat onu
buraya kadar getiren kesime karşı yapamıyor bunu.
Kişisel isteği ile tabanının isteği çakışıyor
mu?
Kesinlikle. Bundan sonra ne olabilir, başbakan olmuş artık. Bir
toplum onu oraya getirmişse, artık o da dünyayı tanıyor, dünyayı
geziyor, onlar gibi olmak istiyor.
Örneğin geçenlerde Atina’dan dönüyor, “Türkiye’deki bütün
kaçak yapıları yıktıracağım” diyor. Tüm bunlar değişimin göstergesi
mi?
Ben size bir soru sorayım. Bu kadar yıl oldu iktidardalar. Akşam
düşündüklerini o gece kanunlaştırabiliyorlar. Niye kaçak yapıları
engelleyen bir tek maddelik kanun yok? Çünkü orada belli bir rant
var, belli bir kesim bu rantı götürüyor. Büyükşehirlerin
banliyölerinde hala tarikatların, belli inançta olan insanların
beldeleri kuruluyor.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı da “yıkacağız” diyor,
bunda samimi mi sizce?
Ben yapacaklarına inanıyorum. Artık başbakan da, orada oturan
insanlar da gördü ki, derenin yatağına ev olmaz. Çünkü o dere suya
ait. Adamın biri çıkıyor, “Urfa’da ayı şehre indi” diyor. Halbuki
adam dağa çıkmış, dağda ev yapmış.
Bekir Coşkun’un gözünde Türk milleti nasıl bir
millet?
Küfürcülere engel olmak için baştan belirteyim ki, toplumumuzun
belli bir kesimi gerçekten bizim yüz akımız. Türkiye’yi, hatta
devleti ayakta tutan bu kesimdir. Bunlardan bürokraside vardır,
siyasette kısmen vardır, eğitim kurumlarında vardır, gençlerde
vardır. Fakat, Türk toplumunun bir bölümü de sahtekardır. Size iki
soru sorayım: Apartmanda oturup da, yöneticinin kömür parasından
çaldığından şüphe etmeyen birini tanıdınız mı hiç? Ya da
kooperatife girip de dolandırılmadığına inanan bir tek kişi
tanıdınız mı? Kaçak elektrik kullanma oranı yüzde 20, yeşil kart
olayı öyle, 500 bin sigortalı sahte. Her üç kişiden birisi,
öbürüyle davalı. Vergi kaçakçığı öyle. Başkasının arazisini, ormanı
gaspetmiş, şehirlerin yarısı neredeyse. Bütün bunları alt alta
koyduğumuz zaman, sahtekarlık oranı yüzde 50’nin üzerinde çıkıyor.
Ne yazık ki böyle bir toplumumuz var.
Yönetim de toplumun aynası mı bu tespitinize
göre?
Aziz Nesin çok yanlış bir laf söylemiştir. Türk toplumunun yüzde
60’ı aptaldır diye. Hayır, tam tersine. Müthiş akıllı, cin, fırlama
ve inanılmaz kurnaz. Öyle bir zeka var ki, tavana karyolayı asıp
da, ona elektrik verip evi ısıtmak kimin aklına gelir?
İnternet medyası hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Türk toplumunun medyaya güveni sarsılmıştı. Bir rektör dostum “Türk
toplumu kendi medyasını yaratır” demişti. Ben şimdi bunu görüyorum.
Bu, alternatif medyadır ve siz de bunu çok iyi yapıyorsunuz. Ben
bile, ‘bizden başka medya yok’ kesimin mensubu olduğum halde bakmak
ihtiyacı duyuyorsam, demek ki iyi yoldasınız.
Bekir Çoşkun, eşi Andree’yi anlatıyor…
Evliliği kurtaran hobiler…
Benim sevdalarım vardır. Biz Andree ile 18 senedir enteresan bir
evlilik sürdürdük ve sevda bitmedi. Bizim ortak hobilerimiz var.
Bence evliliklerin ayakta durması için çiftlerin bir şeyler yapması
lazım. Evde oturayım, akşam geldiğinde kocama nerede kaldığını
sorayım, biraz da surat asayım, o da erkenden evden beni öpmeden
gitsin, bu olmaz. Kadınların ve erkeklerin bir şey yapması lazım.
Daha çok da kadınların.Evlilikleri kurtaran şey, ortak hobiler.
Bizim Andree ile denizciliğimiz ve hayvan sevgimiz ortaktır. Hatta
hayvan sevgisini evimize sokan Andree’dir. Mesela marangozluğumuz
vardır. Gerçi onu atölyeme sokmam ama, projeyi o çizer. En son bir
sehpa yaptık, gelen bayılıyor.
Katolik Andree evde mevlüt okuttu…
Kültür çatışması yaşamaktan korkuyordum ama olmadı. Ben Urfalıyım,
ayrıca bir de köylüyümdür. Ben sofrada çok çatal, çok bıçak, kaşık,
çok bardak görünce kafam karışır. Elimle yemek yemeğe bayılırım
mesela. Veya, akşam eve gittiğimde ceketimi çıkartıp, o elbiseyle
bahçede uğraşmaya bayılırım. Gece kıyafetim falan yoktur. Tipik
köylüyümdür ben. Andree öyle değil tabi. Babası da diplomat olduğu
için onların farklı bir kültürü var. Zaman içinde ben biraz
Tarenaslı oldum, Andrea biraz Urfalı oldu. Böylece Fransa’nın
Urfa’yı işgalinden sonra en yakın uyum sağlanmış oldu. Bir tek din
sorunu vardı. O Katoliktir. Ama onu hemen çözdük Çünkü Andree,
Müslümanlığa karşı çok saygılıdır. Kendi aramızda hiç konuşmadık
ama, Kandil geceleri simit ve helva yapar. Güzel sesli hafız olduğu
zaman, ben mevlit dinlemeye bayılırım. Mevlitlerde başını örter.
Mesela kız kardeşi öldüğünde mevlit okutmuştur, eve imam
çağırmıştır. Eve geldiğimde içeriden mevlit sesi geldiğini duyunca,
çok şaşırmıştım.
Kuran’da kurban kesmek, baş örtmek yok…
Ben de Andree’nin dinine karşı çok saygılıyım. Evde Meryem Ana
heykeli var. Düştü, kırıldı, ben aldım yapıştırdım. Paskalya’da,
sprey boyayla yumurtaları renk renk boyuyorum. Ama bizim bekar
evimizde Kuran-ı Kerim yoktu. Andree geldiğinde haftasında hemen
eve Kuran-ı Kerim geldi, şimdi rahmetli annemin ördüğü kılıf
içerisinde kütüphanenin üzerinde duruyor. Ben onu okumuyorum ama,
Türkçe’sini okuyorum. Onu da son günlerde çok okuyorum, çelişkileri
bulmak için çok okuyorum. Bu adamlar bize bir sürü şey söylüyor,
bunların bir çoğunun doğru olmadığını görüyorum. Mesela kurban
kesmek yok, baş örtmek yok. Bir sürü din adamı söylüyor ama, bir de
ben bakayım diyorum. Ben farklı yorumluyorum.