Suyun yüzünde taşın düştüğü o yerdir birey. Taşın bizzat
kendisidir de ve düşüşünde yeniden oluş/oluşlar vardır.
Oluşun/oluşların boyutunu ve etkisini belirleyen taşın ağırlığı,
suyun genişliğidir.
Taşın ağırlığını belirleyen dokusu, içinde barındırdığı
maddelerin türüyse, bireyin ağırlığını belirleyen de öğrenme ve
değişime duyduğu arzudur. Peki, değişim nerede başlar? Nasıl
Başlar? Neyi parlatmalı birey görüngüden önce? Görünmeyeni
anlamanın bir ilmi var mıdır?
Durmaksızın bağıran şehirler. Boğuk bir iniltiden başka bir şey
olmayan yollar. Kararmayan geceler. Birbirine yetişemeyen doğrular
ve yanlışlar. Mevsimsiz kar çılgınlığında yağan bilgiler.
Hazmedilmeye vakit kalmayan aşklar ve bütün bu çılgınlığın
ortasında kendine sağırlaşan ruhlar hangi dili konuşur?
Bize bir geyikli gece, hiç değilse bir kovuk
gerekmez mi bütün seslerden azade?
Hangi yoldan gidilir ruhun evine? Tapınaklaşan bir bedende ruha
yer kalmış mıdır? Bedenselleşen bir dil ile ruhu ve ruhun
ihtiyaçlarını anlamak mümkün müdür?
Bize bir geyikli gece, hiç değilse bir kovuk gerekmez mi bütün
seslerden azade? Susmak için, durmak için ve duymak için önce
kendimizi sonra birbirimizi. Bir de bütün gürültülerden arınmış bir
dil, beden ve ruh arasındaki o ince köprüyü inşa etmek için
yeniden.
Peki, bu mümkün müdür devasa bir çığ gibi çılgınca yuvarlanan
bugünün dünyasında ve toplumlarında? Tutunabilmek ve kök salabilmek
için yeniden sevginin ve bilginin coğrafyasında tıpkı ağaçlar gibi
saygı duyarak toprağın ilmine.
Bunları düşünüyorum, yeni bir kitabın satırları arasında yol
açmaya çalışırken kendime ve kelimelerden evler inşa ediyorum.
Bahçeler, ağaçlar, küçük huzur gölleri. Ve fırlatıyorum kendimi
acemi bir taş gibi toplumun denizine.