Tarafsızlık ve bağımsızlık ayıp mı?
Abone olGazeteci İlker Sarıer, gazetecilerin haksızlıklara karşı objektiflik ve bağımsızlık iddiası adına sessiz kalmasını yoğun bir şekilde eleştirerek, bunu bir ayıp olarak görüyo
Sabah Gazetesi yazarı İlker Sarıer, gazetecilikte tarafsızlık ve
bağımsızlık ilkelerini adalet kavramı üzerinden sorguluyor.
Sarıer, toplumsal kurumlar üzerinde yapılan despotluklar veya
haksızlıklar karşısında gazetecilerin sessiz durmasını
tartışıyor. Sarıer, bu noktada bağımsız olmak ve tarafsız kalmak
anlayışının çelişkilerini yazısında şöyle ortaya koyuyor:
İnsanın toplumda durduğu yer, karakterinin ve felsefesinin hem
sonucu hem de yansımasıdır. Durduğunuz yer, kim olduğunuzu
anlatır.
Eski çağlarda, politik olarak örgütlenmemiş yığınlar halinde
yaşıyorduk. İnsan ilişkilerinde doğa kuralları hakimdi. Doğa
nimetlerini, zora dayalı kurallarla paylaşıyorduk. Elde etmek için
öldürmek bile haktı.
Sonraları, insanoğlu birlikte yaşamanın politik platformunu
yarattı. Bir toplumsal sözleşme çıktı ortaya... Toplumun
yönetimini, kabul edilmiş (bu anlamda meşru) bir güce
devrettik.
Modern devlet ve bu muzzam mekanizmayı kullanan siyasi iktidarlar
böyle çıktı. Bu güce riayet edeceğimize söz verdik. Hukuk da böyle
doğup gelişti.
Fakat ekonomi karmaşıklaştıkça, hem doğanın hem de toplumsal
üretimin nimetleri arttıkça, bu nimetleri paylaşma işi de giderek
karmaşıklaşmaya başladı.
Bugün en büyük kavga bu nimetlerin nasıl paylaşılacağı üzerine
yürüyor.
Demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü
toplumlarda, erk iki kanal tarafından kullanılır. Ekonomik sermaye
ile politik sermaye!
Ekonomik sermaye üretir, politik sermaye düzenler, hukuk ise
hakları gözetir.
Üretim sürecinde, daha akılcı ve birikimli sermayenin, ötekine
galebe çalması normaldir. Bir çeşit doğal seleksiyondur bu. Serbest
piyasanın önerdiği bir rekabet halidir.
Ancak, sermayesi yeteri kadar gelişmemiş ayrıca da ideoloji yüklü
ülkelerde, ekonomik güç, politik gücün vesayet altındadır.
Türk sermayesi, yetersiz ve güçsüz olduğu için, ekonominin
üzerindeki bu boyunduruk çok daha ağırdır. Rekabet de doğal
kurallar içinde yürütülemez.
Bu sebeple, politik güce yakın durmak apayrı bir branş haline
gelmiştir. Gizli hesaplar, üstü örtülü ilişkiler, kravatlı mafyatik
bağlantılar vesaire bu branşın alt disiplinleridir. Çünkü bir
rakibi yutmanın veya zayıf düşürmenin yolları buradan
geçmektedir.
Türkiye'de, üstü örtülü haksız rekabet mekanizması, sistematik bir
vaziyet almıştır bu sebeple... Krallıkta, bir kral değil politik
iktidarlar oturmaktadır; krala yakın olanlar sarayın gücünden
istifade ederler. Ülkemizin en çıplak gerçekliği böyle iken...
Topluma düşünsel ve duygusal önderlik yapan gazeteci ve yazarların,
sanki herşey yasalar ve hukuk çerçevesinde yürüyormuş, sermayeler
de serbestçe rekabet ediyormuş gibi değerlendirmeler üretmelerini
anlamak mümkün değildir.
Böyle bir duruş, son derece iyi niyetli bir obektiflik ve
bağımsızlık iddiasında olsa bile, sonuçta 'haksızlıkları seyreden'
bir duruştur.
İster gerçek bir vicdan muhasebesi yapılsın isterse gazetecilik
etiği açısından bakılsın, politik erkin şu veya bu şekilde
yarattığı hukuksuzluğu ve despotizmi meşru görmek, en iyimser ifade
ile kişisel hayatın idamesi uğruna görmemeyi tercih etmektir.
Gazeteciler ve yazarlar arasındaki temel duruş farkı burada
yatıyor.
Ben bir gazeteci olarak, hangi sektörde olursa olsun, üretici
güçlerin üzerinde estirilen hukuksuzluk fırtınasına sessiz kalmayı
ayıp sayıyorum.
YAZI:SABAH