Süleyman Demirel'in o 'evet' oyu yok mu,,
Abone ol9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in ölümü sonrası Radikal yazarı Cengiz Çandar'dan ilginç bir yazı geldi.
Radikal yazarı Cengiz Çandar, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel'in ölümü ardından bugün "Süleyman Demirel'e dair..."
başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Demirel'in Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına onay veren oyunu
hatırlatan Çandar, "Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf
Aslan’ın idamlarının TBMM’de onaylanması için Adalet Partisi
grubunu seferber ettiği günden beri, “aramızdaki ayrılık”,
kendiliğinden bir “manevi kan davası”na
dönüşüverdi" diye yazdı.
Süleyman Demirel'in ölüm haberini duyduğunda
'üzüntü' hissettiğini söyleyen Çandar şunlar
yazdı:
"Ölüm haberini duyduğum anda, kendi hayatımın yarım
yüzyıllık koca bir bölümü kararmış gibi geldi bir anda. 91
yaşındaki Süleyman Demirel’in ölümüne üzüldüm. Tuhaf bir duyguydu.
Zira, üzüldüğüm sırada, aynı anda, 1972 yılındaki o kararı vermiş
olmasına çok üzüldüğümü hissettim."
Cengiz Çandar'ın bugünkü yazısından öne çıkan bölümler şöyle:
“Dokuzuncu Cumhurbaşkanı” Süleyman Demirel’in bu
dünyayı terkettiği gün, başka konuda yazamazdım. Türkiye’nin yarım
yüzyıllık yakın tarihinde onun kadar ağırlıklı rol almış bir başka
kimse bulunmamasından ötürü değil. Ömrümün yarım yüzyılına
damgasını vurmuş olduğu için…
Altı kere gidip yedi kere geldiği “Başbakanlık”
sıfatını ilk üstlendiği sırada, lisenin birinci sınıfındaydım. Bir
genç siyasi aktivist olarak “sokağa çıktığım”
vakit, üniversite yıllarımı onun Başbakanlığı döneminde geçirdim.
“Yürüyerek yollar aşınmaz” sözünü, nice unutulmaz
deyişi gibi, tarihe bıraktığı yıllarda.
Ona karşı yürüyorduk. Protestolarımızın hedefinde o ve iktidarı
vardı. Onun devrilmesi için yürüyorduk.
Sonra asker geldi, onu devirdi, bizi ezdi.
12 Mart 1971…
Ama 12 Mart’ın ardından Demirel ile yine de buluşamadık. Hatta,
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarının TBMM’de
onaylanması için Adalet Partisi grubunu seferber ettiği günden
beri, “aramızdaki ayrılık”, kendiliğinden bir
“manevi kan davası”na dönüşüverdi.
Benim kuşağımda, benim geçtiğim yollardan geçmiş olan herkes için
geçerlidir bu duygu. Türk siyasetinde daha sonra kalıcı hale gelmiş
lakabıyla “Baba”, hakkında daha mesafeli bir ifade
kullanmak isteyenler açısından “Süleyman Bey”i bir
türlü, sırf bu yüzden, başka hiçbir neden olmasa bile, bu tek
nedenden ötürü, hiçbir zaman affedemedik biz.
Ailevi nedenlerden ötürü de, “Süleyman Bey”le yıldızı
barışamayacak insanlar arasında yer alıyordum. Daha sonra
gazetecilik mesleğini icra ederken, askeri müdahalelere karşı
“demokrasi mücadelesi” saflarında yerimi alırken,
adeta “sürekli siyasi mağdur” durumuna düşen
Süleyman Demirel ile buluşabileceğimiz zeminler sık sık oluşmuştu.
Kişisel tarihimde iz bırakan her negatif izi, herşeye rağmen,
silebilirdim.
“Taksiratı”nı “affetmemek” için
geçerli sayısız gerekçe ileri sürülebilir, sayısız olay
hatırlatılabilirdi. Bütün bunlara rağmen, onun Türk
Makyavelizmi’nin bir şaheseri olarak siyaset terminolojisine
soktuğu ünlü deyişi “Dün Dündür, Bugün Bugündür”
düsturuna uyarak, her şeyi sıfırlayabilirdim.
Galiba, öyle de yaptım.
Ama, “Deniz’ler”e ilişkin 1972 yılında kullanılmış
o “idamlarına evet” oyu yok mu… O benim kuşağımda,
benim geçtiğim yollardan geçmiş olan hiç kimsenin belleğinden
çıkmadı, çıkamadı.
Ölüm haberini duyduğum anda, kendi hayatımın yarım yüzyıllık koca
bir bölümü kararmış gibi geldi bir anda. 91 yaşındaki Süleyman
Demirel’in ölümüne üzüldüm. Tuhaf bir duyguydu. Zira, üzüldüğüm
sırada, aynı anda, 1972 yılındaki o kararı vermiş olmasına çok
üzüldüğümü hissettim.
Çünkü, 1970’lerden sonra Türkiye’de öyle şeyler yaşandı, o
yaşananlarda gerek benim gibiler, gerekse “Süleyman
Bey” birarada bulunabilecekleri öyle yerlerde bulundular,
öyle konumlarda yer aldılar ki, ileriden geriye baktığımda, 1972
yılındaki o Süleyman Demirel iğreti duruyordu. O hali şart
değilmiş…
Kırk yıla yakın süre faal gazetecilik yapan benim gibi birisi için,
Demirel ile hiç “siyasi buluşması” olmasa bile,
“yolunun hiç kesişmemesi” mümkün değildir.
Nitekim, muhalefete düşürüldüğü yıllarda çeşitli vesilelerle bazı
konferanslarda birlikte olduk. 1990’lardaki son başbakanlığında Şam
ve 9. Cumhurbaşkanı olarak Balkanlar ile İsrail dış seyahatlerinde
birlikte yolculuk yaptık.
Süleyman Demirel’in “müşfik”, karşısındaki insana
–tüm aradaki tüm siyasi duruş farkına ve üstelik bunu gayet iyi
biliyor olmasına karşılık- saygılı, nüktedan, hoşsohbet ve “Baba”
sıfatına hak kazandıran babacan bir insan olduğunu gördüm.
DAHA DA ÜZÜLDÜM!
Bu yönleri, kendisini daha yakından tanıyarak, gördükten sonra,
benim kuşağımdakiler ile arasında “manevi kan
davası”na yol açmış olmasından ötürü, daha da
üzüldüm. Artık bu dünyada olmadığına göre, ister istemez,
kendisinden sonra gelmiş olan cumhurbaşkanları ve başbakanları ile
karşılaştırılacaktır. Bu tür karşılaştırmalardan, “Süleyman
Bey” kazançlı çıkar. Günümüz Türkiye’sinde bunu bilir
durumdayız.
Türkiye’nin yaklaşık son yarım yüzyılında rol almış Süleyman
Demirel gibi karmaşık özellikli bir şahsiyeti, bir köşe yazısının
sınırları içinde değerlendirmek kolay değildir. Ölümünden
sonra hakkında söylenenlerin bir bölümüne bakınca, hakkında içten
duygu ifade etmenin de pek kolay olmadığını fark ettim. Kendi
payıma, içten duygularımı basit ve yalın bir biçimde dile
getirebileceğimi hissettim:
Allah, taksiratını affetsin. Allah Rahmet
eylesin.