Sözde Suriye özde İran!

Abone ol

Gazeteci Dilek Yaraş, Haber Ajanda dergisi için kaleme aldığı yazıda, Suriye'de yaşanan gelişmelere ilişkin yaratılmaya çalışılan algıyı sorguladı

Gazeteci Dilek Yaraş, Haber Ajanda dergisi için kaleme aldığı yazıda, Suriye'de yaşanan gelişmelere ilişkin yaratılmaya çalışılan algıyı sorguluyor. Biz yazısından özetleri aktarıyoruz;

Suriye müdahale, yani savaş lobisi, tek yanlı haberleriyle kamuoyu algısını çarpıtmak için var gücüyle çalışıyor. Kendilerini biraz daha sağduyulu olmaya, Suriye'de akan kanın durması için silahlı mücadeleden başka yolları düşünmeye davet edenleriyse Baas rejimini desteklemekle suçluyorlar.

Oysa ki her şeyde olduğu gibi Suriye'ye müdahale meselesinde de çıkış noktamız "hakikati aramak" olmalı. Bunu yapabilmek için de tek yanlı ve propaganda niteliğindeki bilgilere ihtiyatlı yaklaşarak olaya mümkün olduğu kadar geniş bir perspektiften bakmamız lazım.

Hakikatin izini sürerken "Muhaliflerin mi yoksa Baas rejiminin mi yanındasın?" sorusu abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir ve hakikati perdelemekten başka bir işe yaramaz. Şucu bucu olmadan, oynanan oyunları görmeye çalışmak ve sadece "Hak"tan, yani mazlum/masum insanlardan yana olmak gerekir.

Birilerinin dolduruşuna gelip de bir ülkenin daha da çok karışmasına, işgal edilmesine ve binlerce hatta on binlerce masumun ölmesine vesile olmak çok ağır bir vebal. İşin en fena yanı da insanların yoğun dezenformasyon ve savaş çığlıklarının etkisi altında kalarak bu ağır vebalin farkında olmadan yorum yapmaları, birbirlerini dolduruşa getirmeleri. Ve görünen o ki kamuoyu, savaş lobisinin tek yanlı haberlerine teslim olmuş durumda.

İşte bu ortamda, Eski MOSSAD Şefi Efraim Halevy'nin 7 Şubat tarihinde New York Times'ta yayınlanan ve Suriye ile ilgili analiz yapılırken mutlaka göz önünde bulundurulması gereken "İran'ın Yumuşak Karnı" başlıklı yazısı da kolayca yok sayılabiliyor....

İran karşıtı bir kamuoyu yaratma amacının açıkça ifade edildiği bu yazıda Halevy, İsrail'in İran tehdidinden kurtulması için Suriye devrimi fırsatının kaçırılmaması gerektiğini vurgulayarak,"İran, sonucu ne olursa olsun ülkedeki yönetimin Esed'da kalması için elinden geleni yapmaya niyetli. İsrail ve Batı ise ne pahasına olursa olsun bunu engellemeli..." diyor.

Tabii ki İran'ın, Rusya ve Çin'deki Müslüman bölgeleri de karıştıracağının, dolayısıyla gerek Rusya'nın gerekse Çin'in kendi menfaatleri icabı Suriye'ye müdahaleden yana olması gerektiğinin üstüne basarak...

Yazının sonunda ise, "Ne mutlu ki Esed ve yandaşları istemeden de olsa İran tehdidini imha etmek için bir fırsat yarattılar" diyor ve Esed'a teşekkürlerini sunuyor Eski Mossad Şefi...

İşte böyle bir niyet bildirgesi Türkiye kamuoyunda gündem oluşturmuyor, sorgulanmıyor, tartışılmıyor. Bu yok sayışın Halevy'nin ciddiye alınmayacak bir şahıs olmasından kaynaklandığını sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzeleceğine dair açıklamalarının manşetlerden inmemesi durumuyla da karşılaşmazdık.

İşin en ilginç yanı ise, İsrail ve ABD karşıtlığı ile ün yapmış bazı İslamcı grupların dahi bu iki ülke tarafından servis edilen bilgileri hiç sorgulamadan kabul ederek komşumuza yapılacak NATO müdahalesini bir zorunluluk olarak görmeleri ve göstermeleri...

Bu kesimler, Batı'nın ve NATO'nun neden Bahreyn'e, Yemen'e, Katar'a, Somali'yi işgal eden Kenya ve Etiyopya ordusuna müdahale etmediğini soranları da Suriye'deki direnişi kırmaya çalışmakla suçluyorlar. Biraz daha ileri gidip, "Ukranya ve Gürcistan'daki Amerikan oyununu gördüğünüz halde Suriye'deki ABD etkisini nasıl yok sayarsınız?!" diye sorsak bizden kötüsü olmaz herhalde.

[PAGE]
NATO müdahalesine "okey" demeden önce

Baas rejiminin ve Esed'ın zulmü karşısında mazlumların yanında olmak, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği haklı bir gerekçe elbette. Lakin, Suriye'ye yapılacak bir NATO müdahalesini onaylamadan önce aşağıdaki hususları da düşünüp kafalardaki soru işaretlerini ve endişeleri giderecek makul cevaplar vermek gerekir:

*Elimizde İsrailli MOSSAD Şefi'nin, Suriye'nin karıştırılmasının ne kadar işlerine geldiğini açıkladığı ve tüm dünyayı Suriye'ye saldırmaya ikna etmeye çalıştığı ama asıl hedefin İran olduğunu da gizlemediği bir yazı varken...

*İsrail ve ABD güdümlü medyanın (El Cezire başta olmak üzere) dünya kamuoyunu manipüle etmek için her türlü yalan ve çarpık bilgiyi yaydığını biliyorken...

*Ve daha dün Mavi Marmara'da hunharca katledilen sivil ve silahsız insanların uğradığı zulüm karşısında zalim İsrail'in hükümetine karşı net bir tavır alamamış bir kesimin Suriye'deki zulme karşı çıkma iddiasıyla başı çektiği müdahale girişimlerinin samimiyetine dair her türlü sorgulama hakkımız varken böylesine iki yüzlü ve kaypak bir savaş lobisinin peşine takılıp Suriye'ye NATO müdahalesi istemek ne kadar doğrudur?

Mavi Marmara turnusoluyla samimiyet sorgusu

İsrail ambargosu ve zulmü altındaki Gazzelilere insani yardım götürmek için yola çıkanları "Ne işleri vardı orada, İsrail'i kışkırtmak ne hadlerine?" mealinde salvolarla neredeyse suçlu durumuna düşürenlerin, Suriye'ye için açılacak insani yardım koridorunu (askeri müdahale anlamına gelmesini yok sayarak ve silahlı muhalefeti hiç eleştirmeden) sorgulayışlarındaki tutarsızlığı da gözden kaçırmamak lazım.

Mesela; Mavi Marmara katliamından sonra "İsrail'e ne yapalım?" başlıklı yazısında,

"...Çatışma, Türkiye'nin yükselişinden rahatsızlık duyanların beklediği şey. Mavi Marmara baskını bir 'yem'di 'yükselen Türkiye'yi durdurmak için. Savaş ve çatışma sadece Türkiye'nin küresel yükselişini durdurmaz, demokratikleşme ve sivilleşme projelerine de 'elveda' demek zorunda kalırız. Kazananlar silah tüccarları ve elinde silah tutanlar olur. Geri kalan herkes kaybeder.

...Benim açımdan bu tür 'bedel ödetici' dış politika yönelişlerinin sıkıntısı da tam bu noktada; devletin sivil hayata müdahalesini artırması, müdahale için gerekçe ve meşruiyet üretmesi. Böyle bir hava içinde birdenbire iki ülke arasındaki yaklaşık dört milyar dolarlık ticaret, bunun yarattığı refah, istihdam ve gelir görülmez olur." (İhsan Dağı / 9 Eylül 2011-Zaman)

cümleleriyle İsrail'le ilişkilerin bozulmasına karşı çıkan İhsan Dağı'nın (ve aynı zihniyete sahip diğer kişilerin) Suriye'ye müdahaleyi konu alan "Girelim mi, duralım mı?" başlıklı yazısındaki "girme/durma gerekçelerinin" samimiyetini ve tutarlılığını şu cümleler üzerinden sorgulama hakkımız yok mudur?

"...İnsanların tek başına kendi devletlerinin zulmüne karşı koyamayacakları noktada uluslararası toplumun destek çıkması gerekir. Temelde, ahlakî sorumluluklarımızın ulusal sınırlarla sınırlandırılmasını 'ahlakî' bulmam. Mazlumları tiranlarıyla baş başa bırakmak, zulme seyirci kalmak, zalimden yana taraf olmaktır. Mazlumun yardımına dışarıdan, uluslararası desteğin gelme, yani insanî müdahale ihtimali caydırıcı bir faktör olabilir.

Suriye'de durumun insanî müdahaleyi meşrulaştıran bir noktaya geldiği kanısındayım. Bir yıldan az bir zamanda on bine yakın insanın öldüğü, Esed'in ordusunun tanklarla şehirlere saldırdığı biliniyor. Kendi halkına karşı böylesine kitlesel imha politikası yürüten bir yönetimin meşruiyeti kalmaz. O halk kendini savunamıyorsa dışarıdan destek moral bir yükümlülük haline gelir. Ancak sorun, 'insanî müdahale'nin daha fazla insanî trajediye sebep olup olmayacağıdır. Herhangi bir dış müdahalenin ardından Suriye'nin içinde yaşanabilecekleri öngörmek zor değil; bir yandan Esed ordusunun girişeceği toplu katliamlar öte yandan da mezhep ve din savaşları...

Ayrıca Türkiye'nin de katlanması gereken ağır bir maliyet olacak. Ekonomik yük sorun değil, bunu konuşmak etik de değil. Benim kaygım, Suriye ile girişilecek bir savaş ve Suriye'nin yaşayacağı iç savaşın Türkiye'nin dengesini, kimyasını bozabilecek olması." (İhsan Dağı / 10 Şubat 2012-Zaman)

Mavi Marmara baskınında katledilen 9 canımızın, Gazze'de öldürülen çocukların hesabını sormak söz konusu oluyorsa -ki "hesap soralım" derken savalaşım demek istemiyor hiç kimse)-, kazanan silah tüccarları oluyor da komşumuza (muhalefet silah tedariki, NATO müdahalesi dahil) her türlü silahlı çözümü teşvik ederken kazanan kim oluyor?

Kimse kusura bakmasın, Mavi Marmara için İsrail'e bedel ödetici bir politika izlemenin iki ülke arasındaki dört milyar dolarlık ticareti zedeleyeceğini düşünebilen biri, sıra Suriye'ye müdahaleye gelince "Ekonomik yük sorun değil, bunu konuşmak etik de değil." diyorsa o "etik" anlayışındaki samimiyeti de sorgulama ve "Hangi etik?" deme hakkımız doğar.

İhsan Dağı, müdahalenin Suriye'deki trajediyi daha da arttıracağını görmüş gerçi ama Mavi Marmara konusundaki tutumu ile Suriye meselesindeki duruşunun arasındaki çelişkiyi görmemiş sanırım. Hâl böyle olunca, yazarın (ve aynı tutum içindeki herkesin) Mavi Marmara mağdurlarına -ve onların şahsında Gazze halkına-, en azından bir özür borcu vardır herhalde.

[PAGE]
Mazlumlar için canını verenlerin sesi

Bakın, Gazzelliler için mücadele eden ve bu uğurda büyük bedeller ödeyen, canı gibi sevdiği eşi Çetin Topçuoğlu'nu Mavi Marmara gemisindeki saldırıda kaybeden Çiğdem Topçuoğlu Suriye'ye müdahale için ne diyor:

"... Suriye'de kan akıtıldıkça aslında İran üzerindeki baskı daha da artıyor ve adeta İran'ı İsrail eliyle vurmayı meşrulaştıracak bir ortam oluşturuluyor. Suriye üzerinden bölgede muhtemel tehlikeli gelişmeleri mümkün kılacak ortamın olgunlaşması isteniyor adeta. Bölgenin en önemli ülkesi olan Türkiye, bu oyuna asla alet olmamalıdır. Türkiye asla Suriye'ye girmemeli, fiili müdahalede bulunmamalıdır.

... STK'larımız en azından sağduyu sahibi olup, devlet nazarında görülmek istenmeyen halkımızın kardeşlik hassasiyetini, bu halka yakışır şekilde ifade etmelidir. Hele ki kendilerinden İsrail'e karşı açılmamış davaların, hesabını sormasını beklediğimiz kuruluşların, suskunluğunu İsrail'e karşı devam ettirip Suriye'yi bahane ederek "Hüseyn'i" adaletten bahsetmeleri hem gülünç olacak, hem de Risâlet'in asli unsurunu bir tarafa bırakma anlamına gelecektir." (Çiğdem Topçuoğlu / 23 Aralık 2011- Caferiyol.com)

Dün, Gazze konusunda eylemler düzenleyip İsrail'e bayrak açanların, bugün nasıl olup da İsrail ve ABD'nin güdümündeki çevrelerin kuyruğuna takıldıklarını ve hatta "Suriye ile savaşalım" korosuna katılmayanları Baas işbirlikçisi ilan edebildiklerini en azından Çiğdem Topçuoğlu'na açıklamaları gerekiyor sanırım.

Savaş lobisine birkaç soru daha

Öncelikle, müdahale yanlısı herkesin ateş püskürdüğü Rusya'nın Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennadij Gatilov'un veto gerekçelerini "BM kararına, yaptırımlar sadece Suriye hükümetine yönelik olduğu, muhalefetin sorumluluklarına dairse tek kelime etmediği için karşıyız..." şeklinde açıkladığını bir kenara not edelim.

Ardından da Suriye muhalefetine toz kondurmaktan kaçınan ancak son zamanlarda peşpeşe gelen kanıtlardan sonra ölü sayısının artmasında silahlı muhalefetin de bir payı olduğunu kerhen de olsa kabul eden savaş lobicilerine şu soruları soralım:

*BM Genel Kurulu'nun Suriye tasarısını oyladığı esnada, ABD Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi toplantısında konuşan Ulusal İstihbarat Konseyi Başkanı James Clapper'in, "Suriye'nin Şam ve Halep'teki intihar eylemlerini Kaide'nin Irak koluna bağlı militanlar gerçekleştirmiştir. Kaide, Suriye muhalefetinin içine sızmış ve Esed yönetimine karşı eylemleri yönlendirmektedir..." sözleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

*Ya Suriye muhalefetinin yurt dışındaki sözcülerinin hakkındaki şaibelere karşı ne dersiniz?

Mesela: Ulusal Konsey'in sözcüsü Basma Kodmani'nin, Ulusal Konsey'le Amerika Dışişleri Bakanı Hillary Clinton arasında Aralık ayında düzenlenen toplantıda sarfettiği "Amerika, dünyadaki hukukun hamisi ve özgürlüğün bekçisidir..." cümlesini... Bir ay önce, Türkiye'de Özgür Suriye Ordusu Komutanı Riyad Es'ad'la görüşen ve bu ordunun sözcülüğüne getirilen Lama Atassi'nin organizatörleri arasında bulunduğu Paris Konferansı'nın (4 Temmuz 2011) başındaki isimlerden birinin ünlü Fransız Siyonistlerden Bernard Henry Levy olmasını ve aynı Atasi'nin Türkiye'deki görüşmeleri sırasında Bernard Henry Levy, Burhan Galyun, Riyad Es'ad ve Libya devriminin komutanlarından Abdulhakim Belhac'ın da katıldığı bir toplantıda hazır bulunduğu iddialarını nasıl yorumlarsınız?

*Peki, Suriye konusuna bütün bu bilgiler ışığında böyle bir pencereden bakınca:

Suriye'deki Batı tezgahına karşı duran Hizbullah'ın Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ın "Onlarca yıldır İsrail'le müzakere ederek Arap barış planından bahseden Arap ülkeleri, Siyonist rejim için siyasi çözümü kabul ederken Suriye için siyasi çözüm yolunu kabul etmiyorlar...", iddiasını haksız bulabilir ve "Suriyelileri birbiriyle savaştırmak için gönderilen silahlar kime ve neye hizmet ediyor? Batılıların, Arapların ve İsrail'in Suriye'de savaş ve yönetimi devirmek için gösterdiği ısrarın sebebi ne?" sorusuna içiniz rahat olarak "Suriye halkını düşündükleri için..." cevabını verebilir misiniz?

Genel manzara

* Türkiye'de de diğer Batılı ülkelerde olduğu gibi, Suriye'ye NATO müdahelesine karşı çıkanları Baascılıkla suçlayan ve seslerini boğmaya çalışan baskın bir savaş lobisi var.

* Ne ilginçtir ki "Zalimlere karşı mazlumları koruyoruz..." argümanıyla savaş lobisinin bayraktarlığını yapanlarla, dün Gazzeli mazlumlara yardıma giderken katledilen yardım gönüllülerini "İsrail devletini ne kadar zalim olduğunu bile bile kışkırttıkları"gerekçesiyle suçlayanlar aynı kişiler...

* Daha da ilginçtir ki dün Irak'a müdahaleye karşı olan, Filistin ve Mavi Marmara meselesinde dik durmuş bazı "İslamcı" kesimler de bu savaş lobisinin peşine takılıyor ve olası bir NATO müdahalesinin Suriye'de nelere yol açabileceğini sorgulamıyorlar bile...

* İslamcılar arasındaki ayrışmada taraflar giderek daha fazla mezhep farklarını öne çıkarıyorlar. Bir taraf müdahaleye karşı olanları Şialık ve İran ajanlığı ile suçlarken, diğer taraf da onları Ortadoğu'da Sünni hakimiyeti istemekle suçluyor. İki taraf da bu kavganın nerelere varacağının, Irak'ta mezhep çatışmalarının sebep olduğu vahim durumu görmezden geliyor.

* Birleşik Arap Emirlikleri'nden yayın yapan Suudi sermayeli el-Arabiya televizyonu, Suriyeli muhaliflerin dışarıdan kendilerine silah ve iletişim araçları yardımı yapıldığını doğrulayarak tanksavar ve uçaksavar gibi ağır silah talebinde bulunduklarını bildirdi.

* Rusya ve Çin, Tunus'ta yapılan "Suriye'nin Dostları"toplantısına katılan ülkelere "Suriye'deki şiddetin derhal durdurulması ve Suriye yönetimi ile muhaliflerin hiçbir ön şart ileri sürümeksizin sorunun siyasi çözümü konusunda müzakerelere başlaması..." çağrısında bulundu.

* İsveçli Ortadoğu uzmanı Leif Stenberg'e göre, eskiden beri Lübnan ya da Irak gibi olacağı endişesi içinde olan Suriye'deki Aleviler ve etnik azınlıklar, rejim yıkıldıktan sonra başlarına geleceklerden çok korkuyorlar.

* Muhaliflerin yeni bir şey getirmediği gerekçesiyle boykot ettiği yeni anayasa referandumu yüzde 57,4 oranında bir katılımla 26 Şubat'ta yapıldı ve yüzde 89,4 oy oranıyla kabul edildi. Suriye Devlet Televizyonu'nun haberine göre: Referanduma katılma hakkı olan 14.589.954 kişiden 8.376.447'si sandık başına gitti. 753.208 kişi (yüzde 9) "hayır" oyu kullandı. 132.920 (yüzde 1.6) oy ise geçersiz sayıldı. Bu yeni anayasayla "Baas Partisi'nin ülke ve halkın önderi olduğu" yönündeki madde kalkıyor ve muhalif partilerin önünü açılıyor.

* Suriye'de refarandum yapıldığı saatlerde yayınlanan bir videoda El Kaide lideri Eymen El Zevahiri, Suriye'deki muhaliflere destek verdiğini açıklıyordu. Zevahiri, Suriye'de rejimin devrilmesinden başka bir çözüm yolunun olmadığını vurgulayarak Türkiye, Ürdün ve Lübnan'daki Müslümanları bu isyana destek vermeye çağırıyordu.

* İHD, DİSK, KESK, ÖDP, Halkevleri ve ESP gibi sol parti ve örgütler Suriye'ye yönelik müdahaleye karşı yürüyüşler düzenliyorlar. Bu yürüyüşlerde yer alan Esed resimleri ve Baas rejimini öven pankartlar emperyalist müdahaleye karşı durmak için yola çıkılan eylemlerin Suriye'deki baskı rejiminin destekleyicisi gibi görünmesine neden oluyor. Bu konuyla ilgili olarak eleştirilen İHD Genel Merkezi, Esed resimlerinin taşınacağından haberdar edilmediklerini söylüyor.

* Suriye ile sınırı olan illerimizde tehlikeli bir karışıklık var. Mesela, Hatay'ın Sünni Arapların çoğunlukta olduğu Reyhanlı ilçesinde halkın büyük paralar karşılığında silahlandırıldığı söyleniyor. Hatay halkı, Suriye'den gelecek göç akımından ötürü de tedirgin. Bunun nedenlerinden biri Hatay'da oluşma ihtimali olan gerginlik, ikincisi ise bölgenin demografik yapının bozulmasına ilişkin uzun vadeli planlar olduğu endişesi... Ayrıca, bazı kesimler orada yaşanan olayları özelde Nusayri, genelde Alevi toplumuna nifak tohumları ekmek için kullanıyorlar.

* Irak'taki Türkmenler, Esed rejiminin baskı ve saldırılarına maruz kalan Suriyeli Türkmenlere destek vermek için Kerkük'te düzenlenen bir seminerde bir araya geldi. Seminerde saldırıların durdurulması talebinde bulunan Iraklı Türkmenler, Suriye'deki Türkmenlere de parti kurmaları tavsiyesinde bulundu. Seminerde ayrıca dünya ve Türk basını da Suriyeli Türkmenleri ihmal ettikleri gerekçesiyle eleştirildi.

(Suriye'de yaşayan Türkmenlere ilişkin net bir rakam yok. Türkiye kaynakları 1,5 milyon Türkmen'den söz ediyor. En doğru bilgi Suriye'nin elinde; çünkü nüfus cüzdanlarında Arap vatandaşı görünenlerin gerçek kimlikleri kayıt altında.)

* Suriye Ulusal Konseyi Başkanı Burhan Galyun, Suriyeli Kürtlere özerklik vadederek, "Yeni Suriye'de yerel otoritelerin kendi işlerini yürütmesine izin verecek şekilde ademi merkeziyetçi bir yönetim olacak. Ulusal kimliğiniz tanınacak ve saygı gösterilecek. Vatandaş olarak haklarınız garanti edilecek. Hayalini kurduğumuz Suriye'nin yeniden inşasın da önemli bir rol oynayacaksınız..." dedi.

Suriye'ye askeri işgale karşı olan Kürtler, Baas rejimine de muhalif güçlere de güvenmiyorlar. Onlar için asıl önemli olan, Kürdistan'ın siyasi statüsünün ne olacağı... ABD başta olmak üzere uluslararası ve bölgesel güçlerden bu konuda garanti istiyorlar.

Dolayısıyla, Galyun'un sözlerini yeterli bulmayan Kürtler, bunun bir taktikten ibaret olduğunu düşünerek Galyun'un bu ifadelerinin Tunus'taki konferansın sonuç bildirgesinde neden yer almadığını sorguluyorlar.

* İsrail'in eski Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Uzi Dayan da, Suriye'de etnik ayrışmanın desteklenmesi gerektiğini söyleyerek, "Suriye'nin kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti kurulması desteklenmeli, Alevi azınlık için de özerk bir devlet kurulması seçeneği incelenmelidir..." dedi.

* ABD, Fransa, Türkiye ve Katar'ın girişimleriyle İstanbul'da kurulan Ulusal Konsey adlı rejim karşıtı örgüt, Suriye'ye uluslararası müdahale istediğini belirten bir bildiri yayımladı.

Rusya el-Yovm televizyonunun haberine göre geçtiğimiz yaz İstanbul'da kurulan Ulusal Konseyin Sözcüsü Corc Sabra, örgüt tarafından hazırlanan bildiriyi okudu ve "Ulusal Konsey, acilen bir Arap ve uluslararası askeri müdahale istemekte ve Suriye'de bir uçuşa yasak bölgenin oluşturulmasını talep etmektedir" dedi.

Özgür Suriye Ordusu adlı silahlı örgütün de silahlandırılmasını isteyen Corc Sabra, bazı ülkelerin Özgür Suriye Ordusu'nu silahlandırdığını açıkladı; ancak örgütü silahlandıran ülkelerin isimlerini belirtmedi.

* Lübnan'dan yayın yapan el-Cedid televizyonu, İstanbul'daki Suriye Ulusal Konseyi adlı rejim karşıtı örgütün önde gelen liderlerinden Heysem Malih'in istifa ettiğini bildirdi.

Heysem Malih, 24 Şubat'ta Tunus'ta yapılan "Suriye'nin Dostları" adlı toplantının ardından İstanbul Konseyini sert sözlerle eleştirip 20 arkadaşıyla ayrılarak "Suriye'nin özgürlüğü için Ulusal Çalışma Grubu" adlı bir grup kurduğunu açıklamış; ancak bir süre sonra konseyden ayrılmadığını kurdukları grubun konsey içerisinde bir grup olduğunu söylemişti.

Dün Konsey'den ayrılan Heysem Malih ile birlikte İstanbul konseyinin kurucuları arasında yer alan Kemal el-Lebvani ve Katrin et-Telli'nin de konseyden istifa ettikleri bildirildi.(Kynk:Yakın Doğu Haber)

* ABD'li sosyolog ve dünya sistemler analisti Immanuel Maurice Wallerstein'e göre Suriye'ye bir müdahale hiçbir zaman olmayacak çünkü aslında Esed'ın gitmesi hiçbir ülkenin işine gelmiyor.

* Yrd. Doç. Dr. İhsan Çomak, BİLGESAM (Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi) için hazırladığı Suriye analizinde, Türkiye'nin çok büyük bir tuzağın içine çekildiğini vurgulayarak, "Farkında olalım ya da olmayalım, Suriye etrafında gelişen olaylar bir süreden beri Türkiye'yi bu ülkeye müdahale etme zeminine doğru planlı bir şekilde çekmeye çalışmaktadır. Eğer Türkiye böyle bir yanlışa düşer ve müdahale ederse, tarihi bir hata yaparak bölgede güçlenmesini istemeyen bir kısım küresel ve bölgesel güçlerin hazırladığı büyük bir tuzağın içine düşmüş olacaktır..." diyor.

Çomak, "Türkiye Suriye'ye müdahale ederse ne olur?" sorusunu ise şu şekilde cevaplıyor: "Her şeyden önce, 'Kardeş' ve 'Müslüman' Suriye ile savaşıyor olmak, Türkiye'ye İslam dünyasında itibar kaybettirir. Bu durumda 'Suriye'deki insani dramı önlemek' gerekçesi de Türkiye'yi kurtaramaz. Üstelik daha önce Türkiye tam da bu sebepten, kardeşe ve Müslüman bir ülke ile savaşmak istemediğinden Libya'da sıcak çatışmaya girmeyi reddetmiştir."

***

[PAGE]
Söyleşi: Ankara'nın gaza değil frene ihtiyacı var

Yakındoğu sitesinin Genel Yayın Yönetmeni; Kürtler: Bölgesel ve Bölge Dışı Güçler, Stratejik İttifak Türkiye - İsrail İlişkilerinin Öyküsü, Dördüncü Dünya Savaşı ve Orta Doğu kitaplarının yazarı Alptekin Dursunoğlu, Suriye meselesini en iyi takip eden ve savaş lobisinin tek sesli korosuna katılmayan gazetecilerden...

Efraim Halevi'nin Suriye'ye müdahaleden bahseden yazısını (bir iki sitenin dışında) hiçbir yerde gündeme geldiğini göremedim. Siz görebildiniz mi?

Gündeme geldiğini sanmıyorum. Gündem trafiğini yönlendirenler sadece Şam'da kanlı gömlek dolaştırmakla ilgileniyorlar.

Suriye'ye müdahale konusu tartışılırken Halevi'nin yazısını da göz önünde bulundurarak yapılan değerlendirmeler daha rasyonel olmaz mıydı?

Çünkü Suriye konusunda medyaya analitik bir dil değil, propaganda dili hakim. Rasyonel analizler komplo teorisi diye niteleniyor, müşterisi yok. Şu an Ankara'nın Suriye politikasında kamu desteği lazım. Kamu desteği de analitik dille değil propaganda diliyle sağlanır.

Halevi bu yazıyı Esed karşıtlarını şaşırtmak, yazının tam tersi bir yöne manipüle etmek için yazmış olabilir mi mesela?

Tam aksine, İsrail'de Suriye'deki muhaliflerin arkasında durduğunu göstermemek yönünde bir çaba var. Haaretz gazetesi,16 Şubat tarihli haberinde Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman'ın İsrail'in artık, Suriye'de yaşananlarla ilişkin tavrını net bir şekilde ilan etmesi gerektiğini savunduğunu, Başbakan Netanyahu'nun ise İsrail'in Suriye'de yaşananlara karşı gizemli tutumunu sürdürmesi gerektiğini belirttiğini yazdı. Habere göre Liebarman, bakanlar kuruluna sunduğu raporunda, 'İsrail'in Suriye'de yaşanan toplu katliamlara karşı ahlaki yükümlülüğü vardır. İsrail, Suriye'deki katliamları kınamalıdır ve Beşşar Esed'i istifaya çağırmalıdır..." derken, Netanyahu ve Savunma Bakanı Ehud Barak, buna itiraz ediyor ve "Esed'in isyanın arkasında İsrail duruyor propagandası yapmasına fırsat vermemek için bir süre daha sessiz kalınması gerektiğini" söylüyor. Ancak İsrailli resmi yetkililer bu görüntüyü vermemeye çalışsa da onlar bile zaman zaman ağızlarındaki baklayı çıkarıyorlar. 2 Ocak'ta Esed'e birkaç haftalık ömür biçip devrilmesinin Ortadoğu için büyük bir şans olduğunu söylenmiş olması, buna örnek olarak verilebilir. Yani, İsrailli resmi yetkililer Suriye konusunda "gizemli bir tutum" görüntüsü vermeye çalışırken, Efraim Halevi ve Uzi Dayan gibi eski istihbaratçılar resmi görevleri olmaması sebebiyle daha açık analizler yapabiliyorlar.

Uzi Dayan, Kürtlere bağımsızlık verilmesinden bahsediyor ama PKK da Esed'ın yanında, buna ne diyeceğiz? Bu arada Suriye'deki Kürtlerin de kendi aralarında bölündüğünü ve Esed karşıtı olanların PKK'lılarca öldürüldüğünü de biliyoruz.

PKK ile Şam arasındaki şu anki göreceli yakınlık, Türkiye değişkeni ile ilgili. PKK, Türkiye'nin Suriyeli muhalifleri örgütlediğini görüyor ve Suriye'deki Kürtlerin de Türkiye'nin sepetine düşmesini istemiyor. Ama bu PKK ile Şam arasındaki göreceli işbirliğinin ebedi ve stratejik olduğu anlamına gelmiyor. Öte yandan PKK, Suriyeli Kürtlerin Erbil tarafından yönlendirilmesine de sıcak bakmıyor. Nitekim Suriyeli Kürtlerin Erbil'de yaptıkları konferansa (uzantısı olan) PYD'yi göndermediği gibi Kürdistan Bölgesel Yönetimini Kürtleri parçalamaya çalışmakla da suçladı. Özetle PKK da muhalefetin çapının ve Şam yönetiminin kontrolü elinde tuttuğunun farkında ve Şam'la Ankara'nın arasının açılmış olmasından istifade ederek Suriye'deki faaliyet alanını genişletmeyi öngörüyor. Ancak Esed yönetiminin kontrolü kaybetmesi durumunda PKK'nın başka bir kampa dahil olmayacağının hiçbir garantisi yok.

Esed'ın, Suriye'nin büyük bölümünün kaybedilmesi halinde (ki Suriye'yi asıl bölmek isteyenin Esed olduğuna dair iddialar da var) Akdeniz sahillerinde kendi Nusayri devletini ilan etmek niyetinde olduğunu ve bunun da İsrail ve ABD tarafından desteklendiğine dair kuşkuları bu resmin neresine yerleştirebiliriz?

Esed'in Suriye'yi bölmek istediği iddiası deli saçması, Nusayrilerin diğer etnik ve mezhebi unsurlardan yalıtılmış bir demografik varlığı mı var ki Esed Akdeniz sahillerinde bir Nusayri devleti kurabilsin!? Esed'e sadece Nusayrilerden değil, Sünnilerden de ciddi bir desteğin olduğu Halep'in tutumundan bellidir. Suriye'de Sünniler sadece Hama, Humus ve Der'a'dan ibaret değil. Suriye sorununu salt etnik veya mezhebi değişkenler çerçevesinde okumak yanlış ve yanıltıcıdır.

Turan Kışlakçı'nın "Arap Baharı" isimli kitabında bahsettiği, Esed'in iktidara KGB ve CIA tarafından getirildiği iddiaları doğruysa (ve Kissinger'in Hafız Esed'ı ABD'ye dolaylı yoldan kurnazca hizmet ettiği için göklere çıkardığını da düşünürsek) ülkeyi asıl bölmek isteyenin Esed olduğu teorisini yabana atmamak lazım diye düşünüyorum.

Esed'de nasıl bir şeytan tüyü varmış ki Soğuk Savaş'ın iki rakip istihbaratı (KGB ve CIA) onu beraberce iktidara taşımış?! Kissinger, Mısır'ın İsrail'in kapısına bekçi köpeği olarak bağlanmasını sağlayan Camp David'in mimarıdır. Esed'e ilişki övgü sözleri varsa bu sözleri onu Camp David'e ikna etmeye yöneliktir. Suriye ABD'ye kurnazca hizmet etmiş de biz Suriye'nin şer ekseni ilan edilmesi, 1559 sayılı kararla Lübnan'dan çıkarılması, Refik Hariri cinayetinden sorumlu tutulması ve şu anda da BM'de aleyhine karar çıkarılmaya çalışılması vs. gelişmelerinde halüsinasyon mu gördük? Suriye; Hamas, Hizbullah ve İslami Cihad'ı destekleyerek ve İsrail karşısında caydırıcı bir güç oluşturarak mı ABD'ye kurnazca hizmet etmiş? Bu tür iddialar bölgeyi yüzeysel olarak izleyen ortalama insan zekasıyla bile alay etmek anlamına geliyor.

Siz resmin bütününü net olarak görebiliyor musunuz?

Bence resim çok net... Mısır ve Tunus devrimleriyle bu ülkeleri Camp David sisteminde nasıl tutabileceğinin planlamasını yapmak durumunda kalan, dolayısıyla da defansif bir konuma sürüklenen ABD ve müttefikleri, Libya'nın kendilerine sunduğu modelle yeniden ofansif bir konum elde ettiler. Şu an bu ofansif oyunu Suriye'ye karşı oynuyorlar. Yani, Libya modeli onlara tehdidi fırsata dönüştürme imkanı verdi. Libya modelinin Suriye'de başarılması "Arap Baharı" denen süreçte ABD'nin bonusu olacak.

NATO'ya karşıyız, BM'ye güvenmiyoruz, muhalifleri silahla desteklemenin savaşı büyütmek olacağını görüyoruz, amenna... İnsani yardım koridorunun hava saldırıları için ilk adım olacağı iddiaları da var...

Çok doğru... "İnsani yardım koridoru"nun anlamı silahlı gruplara lojistik destektir.

Peki ama, insanlar ölüp dururken sessiz kalıp "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" da diyemeyeceğimize göre ne yapılmalı?

Suriye sorununun uluslararası bir bunalıma dönüştürülmesi için harcanan siyasi ve diplomatik enerji, bunun bir iç sorun olarak kalması ve dış müdahale olmadan çözülmesi yönünde harcansaydı ne bu kadar kan dökülürdü, ne de sorun bir uluslararası bunalıma dönüşürdü. Ne yapmalıdan kasıt, Türkiye'nin ne yapması gerektiği ise, bunun ip uçlarını Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un İstihbarat Servisi Başkanı Fradkov'la Şam'a yaptığı son ziyarette gündeme getirdiği çözüm önerisinde bulabiliriz.

Lavrov, Esed'e "Türkiye, Rusya, İran arasında" bölgesel bir çözüm inisiyatifi oluşturulmasını önerdi. Esed de bunu olumlu karşıladıklarını ancak Erdoğan ve Davutoğlu'nun açıklamalarının bu yönde bir umut vermediğini söyledi.

ABD, Katar, Fransa ve Suudilerin ardına takılıp "Suriye'nin Dostları" grubu kurarak BM Güvenlik Konseyi'ni bypss etmeye çalışmak yerine bölgesel inisiyatifle Esed'i reformlara, muhalifleri de müzakereye zorlamak çözüm üretici olabilir.

12 ay önce Suriye üzerindeki en etkili ülke Türkiye ve İran'dı. Şu an Türkiye, Suriye konusunda Katar'ın çok gerisinde. Türkiye, İsrail'le yaşadığı Mavi Marmara gerilimini dengelemek ve Körfez sermayesini çekebilmek için ABD, Katar, Suud, Fransa kampına girmeseydi bu sorun uluslararası boyutlar kazanmadan çözülebilirdi.

Geri dönülmez noktada mıyız?

Bence hâlâ vakit geçmiş değil, ancak iç kamuoyunda Esed "drakulasından" ve "mazlum halk" edebiyatından ibaret olan Suriye haberleri ve "analizleri", Ankara'ya gaz veriyor. Halbuki Fehim Taştekin'in de dediği gibi Ankara'nın gaza değil, frene ihtiyacı var.

İyi güzel de "muhalifler silahı bıraksın, silahsız protesto yapsın" demek ne kadar çözüm olur? Esed'in silahsız protestocuları öldürmeyeceğinin garantisini kim verebilir?

Muhaliflerin silaha sarılması "terörle mücadele nesnesi" haline gelmelerinden dolayı kendi zararlarına oluyor. Heysem Menna liderliğindeki Suriye Ulusal Koordinasyon Kurulu adlı muhalif yapı, başından beri bu tehlikeye dikkat çekiyordu. Heysem Menna dışındaki muhalif gruplar, Libya modeliyle bir an önce iktidara gelmenin heyecanı içerisinde her türlü aracı kullanmakta, hatta kullanılmakta bir beis görmüyorlar. Halbuki, Esed'in halk desteği yoksa ve Suriye halkı devrim istiyorsa bunun modeli Libya değil, Tunus ve Mısır olmalıdır. Esed, Rusya'nın girişimiyle muhaliflerle görüşmeye bile hazır ve yeni anayasa taslağı Suriye'nin 12 ay önceki Suriye gibi olmayacağının da bir ispatı. Sorun, Esed'in adam öldürme merakından değil, muhaliflerin reform için müzakere değil, dış müdahaleyle devrim istemesinden kaynaklanıyor.

Bir de Esed'in reformlar için 11 yıldır söz verdiği ve hala dişe dokunur bir açılım yapmadığı meselesi var. Bu anlamda, Nasrallah'ın "Reformlar daha yeni başladı, İsrail'i 9 yıldır bekleyenler Esed'i bekleyemediler." eleştirisi de yetersiz kalmıyor mu?

Esed'in söz verdiği reformları 11 yıldır neden yapamadığı suçlaması, insanların hafızasının zayıflığını istismar eden bir suçlamadır. Kısa bir tarih turu yapalım:

Yıl 2000: Beşşar Esed iktidar oldu. 2001: reform için heyecan uyandıran adımlar attı. 2002, 11 Eylül ikliminde Afganistan müdahalesine, 2003'e kadar da Irak'ın işgali için Güvenlik Konseyi'nin ikna edilmesi çabasına tanık olduk. 2003: Irak işgal edildi, Irak'tan sonra sıranın Suriye ve İran'da olduğu açıkça ifade edildi. 2004-2005: 1559 sayılı karar çıkarıldı, Refik Hariri cinayetinden Suriye sorumlu tutuldu. 2006: Lübnan savaşı patlak verdi. 2008: Gazze savaşı oldu. 2009: İsrail, Cumhurbaşkanlığı sarayı üzerinde uçak uçurdu, Suriye'yi taş devrine döndürme tehdidinde bulundu. Yani, Esed 11 yıl içerisinde güllük gülistanlık bir bölgede rahat bir ülke yönetmedi.

1982 anayasasını değiştirmeyi hala başaramayanların, Kürt sorunu konusunda hiçbir nesnel adım atamayan, başörtüsü sorununu bile fiili duruma emanet edenlerin Esed'i bu şartlar içinde 11 yıl boyunca reform yapmamakla suçlamasını samimi ve inandırıcı bulmuyorum.

Suriye meselesinde, İslamcı kesim de ikiye ayrılmış durumda. Eskiden karşıt cephede olanlar Suriye'ye müdahale konusunda birleşmişler. Dün, Mavi Marmara konusunda gayet net ve tutarlı davranan ABD-İsrail karşıtı kesimler bile bugün NATO'nun Suriye'ye müdahalesine geçit verdikleri gibi kendileri ile aynı fikirde olmayanları "zalimden yana olmakla" suçluyorlar. Sizin gözleminiz ve düşünceniz nedir?

Türkiye'deki İslamcılar, moda tabirle "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan" insan sıralaması içerisinde 1 numara olmayı kimseye kaptırmamakta kararlılar. Bir gelişmeyi nesnel veriler üzerinden analiz ederek buna göre tavır belirlemek yerine, her salatalığa tuz yetiştirmeyi "Müslümanca duruş" sanıyorlar. Bu yüzden de meşrepleri çerçevesinde bir gelişmenin ya propagandisti oluyorlar ya da muhalifi...

Arap Baharı üzerinde oldukça etkisi olan, Türkiye medyası tarafından da kaynak olarak takip edilen El Cezire kanalı sizce ne kadar güvenilir ve/veya tarafsız?

Cezire, Katar'ın silahıdır; bir silah ne kadar tarafsız olabilirse Cezire de o kadar tarafsız... Kanalın başında artık ABD ile ilişki biçimi Wikileaks'te ifşa olan Vaddah Hanfer de yok; doğrudan Emir ailesinden biri var.

Savaş ortamlarında iyice yoğunlaşan bu bilgi kirliliğinden korunmak, doğru habere ulaşmak ne kadar mümkün?

Dezenformasyondan korunmak, gelişmeleri sürekli, yakından ve dikkatli izlemekle mümkün. Ama bizim medyamız genelde herhangi bir meseleye ancak bir olay olduğu zaman yoğunlaşır. O zaman da ortalığı meselenin siyakından ve sibakından (öncesinden-sonrasından) habersiz hoyratça yorumlar yapan medya mensuplarıyla "uzmanlar" doldurur. Yeni bir konu patlayıncaya kadar da bu şekilde devam ettirilir.

Bu yazı Haber Ajanda Dergisi'nin Mart sayısında yayınlanmıştır.

Günün Önemli Haberleri