Silivri günlüğü: O kadar çok çocuk bu yolu kat ediyor ki!
Abone olKürt kökenli gazetecilerin yargılandığı "KCK Basın" olarak anılan davayı izlemek için Silivri'ye giden gazeteci Rengin Arslan, gözlerini biraz da 'resmin' diğer ayrıntılarına dikti.
Bugün günlerden yine Silivri. Yolu uzun. Son yıllarda tatilcilerden çok tutuklu yakınları, onların arkadaşları, gazeteciler ve davalara tepki duyanlar aşındırıyor bu yolu.
Gittiğimiz yer çorak bir yer. Silivri Ceza ve İnfaz Kurumu kampusunun etrafında dikenli tellerden başka hiçbir şey yok. Ağaç yok, yeşil yok, insan yok.
Jandarmalar var; onların araçları, bariyerleri, silahları var.
Bir de yeni yapılan, inşaatı hızla tamamlanan yeni bir duruşma
salonu. Yakında o da “hizmete” açılacak sanırım.
Bugün duruşmayı izlemeye giderken, bir şey olmasını beklemiyorduk. 800 sayfalık iddianamede, 400. sayfaya gelinmişti. Onun okunmasına devam edilecekti. Bir tek anadilde savunma hakkı için yapılacak talebin karşılığının ne olacağını merak ediyorduk.
Anadilde savunma hakkı yürürlüğe girdiği için, avukatlar bu yöndeki taleplerini bir kere daha söylediler. Avukat Sinan Zincir, “Önümüz bahardır” dedi talep konuşmasında ve ekledi: “Mahkemede mikrofonlar Kürtçe'ye açıldığında barış ortamı gelişmektedir.”
Zincir bunları söylerken Silivri’nin baharını merak ettim; çiçeklerin açacağı, ağaçların yeşereceği, ezilmeyen bir yer var mı burada?
Mahkeme Başkanı Ali Alçık taleple ilgili savcının görüşünü sormadı. Yapılan düzenlemenin, davanın “savunma aşaması için geçerli olduğunu” söyledi. “Değerlendireceğiz” dedi. Cuma günü talepler alınırken değerlendirmesinin sonucu belli olması bekleniyor.
Kandil tabelası önünde bir fotoğraf
Bu konuşmalardan sonra gelen ve giden belgeler okunuyor. Tutuklu yargılananlardan biri olan Çağdaş Kaplan’ın dosyasında Konya’nın bir kasabası olan Kandil’de, kasabanın tabelasının önünde zafer işareti yaparak çektirdiği bir fotoğrafın olduğu söyleniyordu.
Avukatlar dosyadan fotoğrafı istemişlerdi. Fotoğraf geldi. Yüzü ve iki havaya kaldırdığı kollarıyla Kandil tabelası önünde zafer işareti yapan kişinin yüzü ve elleri yuvarlak içine alınmıştı. Avukatlardan biri fotoğraftaki kişinin Çağdaş Kaplan olmadığını söylüyor gülümseyerek.
Çağdaş Kaplan Konya’ya hiç gitmediğini söylemiş. Uzun yargılamalara konu olan, onlarca kişinin tutuklu bulunduğu bu davalarda herkes “delil üretilmesinden” korkuyor. Fotoğraf da böyle bir kaygıyla istenmişti.
İddianamede ise bu fotoğrafın “örgütsel bağa” delil olması şöyle açıklanmıştı: “Fotoğrafta Kandil kasabası ile Kandil dağı arasında keşfettiği isim benzerliğini fotoğrafa aktarmak suretiyle Kandil’le olan bağını bu şekilde ifşa ettiği görülmüş olup, şüphelinin örgütsel bakışını yansıtması açısından söz konusu tespit iddianameye konulmuştur.”
Editör-muhabir konuşmaları
Davaya ara verildiği zaman Avrupa Gazeteciler Federasyonu Başkanı Arne König ile sohbet ediyoruz. Kasım 2011’den beri basın davalarını izliyor Türkiye’de. Bu davaları, belki Türkiye’deki pek çok gazeteciden veya meslek örgütünden daha çok takip ediyor.
Konuşmamızda bu gerekliliği yineliyor. “Türkiye’deki gazetecilerin bu davalarla daha çok ilgilenmesi gerek” diyor. Öğle arasında yaptığı basın açıklamasında ise, “Siz kaybederseniz, hepimiz kaybederiz” dedi. Türkçe'yi henüz iyi bilmese de editör ve muhabirler arasındaki, iddianamelerde delil olan konuşmaların “evrensel” olduğunu söylüyor. Bu konuşmaların gazeteciliğin bir gereği olduğunu ekliyor.
'Sözde' marş
İddianamede yinelenen pek çok sözcük var ama bugün davayı izlerken, “sözde” kelimesi en çok dikkatimi çeken oldu: “sözde askeri kanadı”, “sözde alternatif cuma namazları”, “sözde demokratik çözüm çadırları”, “örgüte sözde kadro kazandırmak”, “sözde eylemsizlik kararı” ve bir de "sözde marşlar"...
Bu marşlar Kürtçe'den Türkçe'ye çevrilmiş ya da bazılarının sözleri zaten Türkçe. İddianameyi okumakla görevli TRT spikerlerinin düzgün Türkçesi'yle “sözde marşlar”ın sözleri okunuyor salona.
İddianamenin bazı kısımlarında gülüşmeler oluyor salonda. Mahkeme başkanı uyarıyor: “Burada gülünecek bir şey yok. Gülmek istiyorsanız dışarı çıkın.”
Aradan sözcükler geçiyor. BirGün gazetesi muhabiri tutuklu gazeteci Zeynep Kuray’ı, tutukluların giriş çıkış yaptığı kapıya yönelirken görüyorum. Öfkeli ve homurdanıyor.
Zerya Zin ve Silivri’nin çocukları
Tüm bunlar olurken ara ara salona bakıyorum. Zerya Zîn’i görmek için. Davada tutuklu yargılananlardan İsmail Yıldız’ın kızı. Masmavi gözleri var. Upuzun kirpikleri. Önceki duruşmalarda, babası biraz daha yakından görsün diye çabalamıştı herkes. İzin verilmemişti.
Bu kez kimse buna teşebbüs etmedi. Zerya Zîn sessizce izleyici sıralarında oturdu annesinin kucağında.
Duruşmaya ara verildiğinde kantinde görüyorum bu kez. “Ne kadar büyümüş” diyorum annesine. Annesinin gözleri ışıl ışıl.
Yeniden içeri girdiğimizde İsmail Yıldız ve Zerya Zîn arasındaki sessiz iletişimi takip ediyorum. İddianameyi dinlemeye ara veriyorum. Bir babaya bir bebeğe bakıyorum. İsmail Yıldız gülümsüyor, biraz acı. Bir babanın bakışlarını okumaya çalışıyorum. Kızı büyümüş mü diye bakıyor, iyi mi diye bakıyor, gülümsüyor mu diye bakıyor.
Yine ara... Çay içtiğimiz açık alanın yanında bir okul var: Fatih İlköğretim Okulu. Silivri’ye ne zaman gelsem o çocukları da düşünüyorum. Okullarının bahçesi duruşma salonuna bakıyor. Etrafları çorak. Az ilerisi Silivri Cezaevi. Etraflarında jandarmalar var.
Ders yaptıkları pencerelerden kendilerinden başka çocuklar görüyorlar sık sık. Bazen kendi yaşıtları, bazen daha küçük çocuklar. Çocukların arasına çekilen duvarı, bir cezaevinin, duruşma salonunun yanı başına okul yapmanın mantığını çözmeye çalışıyorum. Üzülüyorum. Yazık ki bu okula da bahar gelmeyecek.
Duruşma bitmeden Silivri’den ayrılacağım. Kapıya bırakmak zorunda olduğumuz telefonlarımızı almak üzere çıkışa yöneliyoruz birkaç kişi. Önümdeki kadının yazmasının oyasına takılıyor gözüm. İncecik, el emeği göz nuru bir oya; kırmızı, yeşil, sarı.
Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın minibüsüyle İstanbul’a dönüyoruz. Yol uzun ve sessiz. Bu yolu her çarşamba, her görüş günü kat eden o kadar çok çocuk var ki...