Sıkı polisiye okurlarına
Abone olPolisiye ustası Simenon'dan iki yeni roman
Yaz geldi... Yapılacak uzun otobüs yolculukları, şehirden kaçma
planları, kısa uçak yolculukları... Kısacası isteklere ya da
olanaklara bağlı tatil biçimleri. Tatil kaç günlük olursa olsun
kitapsız olmaz. Bavulda, el ya da sırt çantasında bir kitap mutlaka
olmalı.
Bana şiddetle tatili çağrıştıran iki kitaptan söz edeceğim az
sonra. Tabii önce neden tatili çağrıştırdıklarını söyleyeyim.
Birincisi kitaplar polisiye. İkinci etken kitapların boyutu, kapak
malzemesi ve kapaktaki renk seçimleri... Tasarıma emeği geçen
herkesi kutlamalı. Kitaplar ünlü polisiye yazarı Georges Simenon’a
ait. Kabalcı Yayınevi’nin hazırladığı Simenon Dizisi’nin ilk iki
kitabı, “Bella’nın Ölümü” ve “Kanaldaki Ev”. Çevirenlerini anmadan
geçmek istemem. “Kanaldaki Ev” Oktay Rifat’ın, “Bella’nın Ölümü”
ise Bilge Karasu’nun özenli Türkçesiyle ulaşıyor okura.
Belki aranızda sıkı polisiye okurları vardır. Ancak bu grubun
dışında kalan okurlar için Georges Simenon’un ilginç kişiliğine ve
yaşamına da değinmeli. Çünkü Simenon, yaşamında karşılaştıklarını
yazısına konu etmekten çekinmemiş bir yazar.
Georges Simenon, 1903’te Belçika’nın Liege adındaki kasabasında
dünyaya gelir. Ortaokul yıllarına kadar her şeyin yolunda gittiği
bir hayatı vardır ancak bu zamanlarda babası ölümcül bir hastalığa
yakalanır. Simenon çalışmak ve ailesine bakmak durumundadır artık.
Bir iki işe girip çıktıktan sonra Liege’de yerel bir gazetede
çalışmaya başlar. Yaptığı iş, bir çeşit polis muhabirliğidir. Bu
onu suç dosyalarına ve polis teşkilatlarına yakınlaştırır. Daha o
zamanlardan, yazacağı eserler için malzeme topladığı, sonraki
yıllarda yazdıklarıyla anlaşılır. Bugün polisiyenin babası olarak
anılan Simenon, yazıya böyle bir ortamda adım atar. 19 yaşına
geldiğinde Liege’den ayrılmaya karar verir. Daha sonra sık sık
yapacağı gibi yeni bir hayata, yeni bir kadınla, yeni bir şehirde
başlar. Paris, onu ünle ve parayla kucaklar. Artık birçok yerde
hikâyeleri yayımlanmış, tanınan bir yazardır. Bu ona yetmez,
gerçekleştirmek istediği düşler vardır. Bunlardan biri kendi
gemisiyle uzun deniz yolculukları yapmaktır. Bu düşünü
gerçekleştirmek için evden kaçar. Doğrusu buna değer de. Çünkü bu
yolculukta edindiği kaptanlık deneyimlerinden Komiser Maigret
karakteri doğar. Ve bu da Simenon’un ününü edebiyat ve sinema
dünyası için kalıcı hale getirir.
Georges Simenon’un yer yer oldukça trajik çıkışları olan yaşamını
buraya sığdırmak gerçekten güç. Ancak okuru şundan emin olabilir ki
Simenon dünyayla kavgasını ve sevgisini kitaplarına yansıtmaktan
hiçbir zaman geri durmamıştır. Ardında, 500’ü aşkın eser
bırakmıştır.
“” ve “”le Simenon’un edebiyatına bir kapı aralayalım biz de.
“”, sıradan bir hayat süren Ashby ailesinin yaşamını altüst eden
bir ölümle başlıyor. Bella, Ashby’lere, kısa bir süreliğine konuk
olarak gelen bir arkadaş kızıdır. Bu genç kızın, odasında tuhaf bir
şekilde ölü bulunuşuyla başlar her şey. Her şey derken sözünü
ettiğimiz sadece polisiye süreç değil. Spencer Ashby’nin kendi
geçmişi ve toplumsal konumu üzerine derinlemesine giriştiği bir
hesaplaşma sürecidir aynı zamanda yaşanan: “Babasının kapatmaları
varmış. Öyle diyorlardı. Sonraları işin aynen böyle olmadığını
anlamıştı.
Yapabildiği ölçüde geçmişi, çapraz kontrollerle yeniden
incelemişti; babasının ansızın –aklına esince– ortadan yittiğini,
haftalarca görünmediğini, sonra da Boston’un, New York’un, hatta
Chicago ile Montreal’in en kötü, en aşağılık yerlerinde ortaya
çıktığını anlamıştı.”
Toplumun bireye bakışını şekillendiren ve bireyin toplumsal
konumunu belirleyen genel geçer ögeler üzerine çetin bir
hesaplaşma. Durgun suya atılan taş neyse, Bella’nın ölümü de
Spencer Ashby için odur. Sular durulur mu, okuyup görmeli...
“”de ise taş zaten dalgalı bir suya düşer... Kanaldaki evde de bir
konuk vardır, o da 15-16 yaşlarındadır. Edmee, iyi yetiştirilmiş,
şehirde büyümüş bir kızdır. Zamansız şekilde anne ve babasını
kaybettiğinden, mahkeme tarafından, daha önce hiç görmediği,
uzaktaki akrabalarının yanına gönderilir. Orada onu bir ölüm ve
ardından yaşanacak olan bir sürü karmaşa beklemektedir. Edmee’nin
kendisine yabancı bu ortamda, yaşının ve yaşadıklarının da
etkisiyle, değişen ve karmaşıklaşan duyguları, sonunda herkesi bir
trajediyle karşı karşıya bırakacak şekilde kontrolden çıkar. “Edmee
kazandığı başarının tadını çıkarıyordu. Teyze oğlunun şişman kızı
bitişik koruluğa götürdüğünü bildiği için, şimdi oraya bakıyordu.
Orada olan bitenleri görür gibi oluyordu, ikisinin de burunları,
elleri, bacakları buz gibiydi herhalde. Kaydıkları için
soluyorlardı. Fred durur mu, kızı mıncıklamıştı, sonra sağını
solunu düşünmeden, odun yığınıdır, karın üstüdür demeden, tıpkı
Edmee’ye yapmak istediği gibi, yere uzatıvermişti kızı. Ama
berikinin ağzı kulaklarına varıyordu. Rüzgârda koca kalçalarını,
tüyleri diken diken olmuş etlerini açıvermiş olmalıydı.”
Her iki kitap da, özellikle polisiye okuru için vazgeçilmez olan
merak duygusunu kaşımayı ve belli bir dozda tutmayı başarıyor.
Cinselliğin insan psikolojisindeki yerini yadsımıyor yazar. Bunu
yine yazarın yaşama biçimine bağlamak mümkün. Çünkü Simenon bir
röportajında 10 bin kadınla birlikte olduğunu söylemiş. Yaşam
öyküsünde de adları sık sık değişmekle birlikte başrollerde hep
onun kadınları var. Simenon’un, öldürenin içinde bulunduğu ruh
durumunu ve onu çevreleyen toplumsal çerçeveyi okura verme çabası
övgüye değer. Onun kahramanlarını sıradan insanların arasından
seçmesi, okuru suç ve suçlu kavramı üzerinde derinlikli bir
irdelemeye davet ediyor.
(Esra Karaduman Okay)