Millet olarak birkaç bin yıldan bu yana
devam eden yerleşik düzene (şehirleşmeye) geçme çabamız ağır aksak
devam ediyor.
Başarılı olduğumuzu kimse iddia edemez.
Başarısızlık hikâyesini üzerimize almamak
için yapmadığımız numara yok.
Ülkenin %75–80 arası nüfusunun şehirlerde
yaşadığı realitesi bir tarafa, şehir olarak örnek
gösterebileceğimiz bir modelimiz yok.
Hani bize ait sokağı, parkları,
sosyal alanları, binaları ve alış veriş merkezleri ile bir model
şehir daha kurulmadı.
Ortalıkta boy gösteren ekonomik
gelişmişliğe paralel devasa binalar kötü kopyalardan ibaret.
Hiçbir değere saygısı yok.
Temelde insana ve daha ötede tarihe,
kültüre, dine ve medeniyete saygısızlığın ötesinde bir küstahlık
sergiliyor.
Bize has kıldığımız şekilsiz ve
ruhsuz şehirciliği ben biraz modernize edilip makyajlanmış Sovyet
şehirciliği olarak tavsif ediyorum
Çok değil 15–20 sene sonra şimdi
alternatif yaşam alanı olarak tanımlanan sitelerin, Sovyet Rusya da
olduğu gibi sevimsiz kaçacağına garanti verebilirim.
Yer yer başımıza gelip, bizi anlık
muhasebelere davet eden arzi ve semavi ihtarlar olmasa zannedeceğiz
ki asayiş berkemal.
Bazen deprem bazen sel geçici akıl
toparlanmasını sağlıyor.
Ama geçici.
Felaket olarak adlandırılan terbiye
kırbacının acısı geçince her şey eski tas eski hamam.
30 Milyar dolarlık bir deprem sonrası 10
yıl sonra bu gün hala yapılmayanları konuşuyorsak ve benzeri bir
kadere aynı şekilde rıza içinde olacak isek bunu tevekkül ile izah
olsa olsa aptallık ya da…
İstanbul da günlerce kamuoyunu meşgul eden
bir sel felaketi yaşandı.
Yer İstanbul ve çok önemli bir bölgesi
olunca tartışmalar bir hayli sert yaşanıyor.
Belirtilen zarar yaklaşık 200 milyon
tl.
Bence esas zarar dünya metropolü
olarak lanse ettiğimiz,2010 Avrupa başkenti olmaya aday marka bir
şehrin kaybettiği imajında.
Düşünün birkaç gün dünya
ajanslarının İstanbul ve Türkiye ile ilgili haberlerinde ne
vardı?
Bütün bunların üzerine çıkan tek tartışma
ise suçlunun kim olduğu ile ilgili söylemlerde kendini
gösterdi.
Hakikaten tek bir suçlusu yoktu bu
işin.
İstanbul ve hatta Türkiye’yi
yönetmeye talip olmuş herkesin yanında, bile bile lades deyip dere
yatağına şirket merkezi ve fabrika kuran patronlardan, onların
yüksek maaşlı ceo larına kadar bir düzine suçlu bulmak
mümkün.
Son tartışma ise CHP ve AKP İstanbul il
başkanları arasında yaşandı.
AKP ısrarla, şehircilik adına yapmak
isteyip kendilerine yaptırılmayan ve hukuki yollarla
engellendikleri hususların arkasında CHP’lilerin olduğunu
söyledi.
CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin ise
“mahkemeye başvuranların CHP’li olduğunu ispat edin istifa
edeyim” dedi.
Dün AKP İstanbul İl başkanı Aziz Babuşçu
ise medyaya mahkemeye başvuran CHP’li İl Genel Meclisi üyelerini
açıkladı.
Aslında buraya kadar her şey normal.
Neden mi?
Açıklayayım.
Ülkemizde ki siyasi kültür maalesef
parti ayırımı gözetmeksizin doğruya doğru diyecek bir olgunlukta
değil.
Maksat muhalefet olsun diye çok
hayırlı işlerin yokluğa mahkûm edilmesine şahit olduklarımız,
olmadıklarımızın yanında belki deve de kulak
mesabesinde.
Bu fasit daire kırılacak gibide
değil maalesef.
Çünkü sürekli
besleniyor.
Benim burada siyasetin üstünde ve adaletin
merkezinde olması gereken yargının takındığı tutuma itirazım
var.
Çünkü yargı öyle ya da böyle siyasetin
rakibini saf dışı ya da aciz kılma adına kullandığı iyi bir araç
gibi gözüküyor yer yer.
Şayet Aziz Babuşçu’nun ifadesi doğru ise
CHP’li İl Genel Meclisi üyesi iki kişinin mahkemeye başvurusu ile
dere ıslah çalışmasının iptaline bir mahkeme neden karar verir?
Burada ki maslahat nedir?
Buna karar veren mahkeme acaba sel
felaketinin olmamasına da karar verebilir mi?
Sel felaketi ya da depremin ne olduğunu
haber izleyici bilgisi ötesinde biliyorlar mı?
Bu kararı verirken hangi bilirkişi ve
öngörü sahibinin kanaatlerini almıştır, meteorolojiden,
şehircilikten, jeolojiden anlaması zor olan hâkimlerimiz.
Yargı siyasetin dışında kalmak
istiyorsa bu vb gibi konulara da dikkat etmeli.
Ve arkasına sığınan siyasetçilere
kendini kullandırtmamalı.
Bedelini çok ağır ödedik ve ödemeye de
devam ederiz böyle gider ise.