Seks, ihanet ve Altaylı
Abone olFatih Altaylı'nın eşi Hande, kitap yazdı! Seks, ihanet ve bir kadının iffeti üzerine tartışmalar...
Okuyan Us Yayınları’ndan arayıp, "Hande Altaylı roman yazdı"
dediklerinde, doğrusu ben de şaşırdım. Hande Altaylı ve roman
sözcüklerini anlamlı bir şekilde yan yana getirebilmek için bir
süre geçmesi gerekti.
Hemen ardından merak. Acaba ne yazmış? Nasıl bir şey? Adı, "Aşka
Şeytan Karışır." Şehirli genç bir kadının evli bir adamla yaşadığı
travmatik aşkı anlatıyor. Bir kadının hayatta karşılaşabileceği
birçok duygu ve yalnızlık var kitapta. Yazar tarafından yeni
tanımlanmış kavramlar da var: Sek seks gibi. Sevişecek kadar sevmek
gibi. Benim ilgimi çekti, sizin de çekeceğini düşünüyorum...
Benim şaşırmam tekil olmayacak. Herkes "Nasıl yani? Fatih
Altaylı’nın karısı roman mı yazmış!" diyecek. Buna karşı herhangi
bir hazırlığınız var mı?
- Yok. Çünkü n’apsam konuşacaklar, hakkımda dedikodu yapacaklar.
Yapacak bir şey yok, mutlu olsunlar diye roman mı yazmasaydım
yani?
Roman yazmak herkesin göze alacağı bir şey değil. Kurması
meşakkatli, yazması, üslup oturtması, yayınlatması, satması... Siz
hangi cesaretle böyle bir işe kalkıştınız ve yazdınız?
- Kıskançlıktan yazdım! Normalde kıskanç bir tip değilim. Bu da
ender iyi özelliklerimden biri. Kimsenin arabasını, yüzüğünü filan
kıskanmam. Umurumda bile olmaz. Ama hayatta ne zaman çok çok iyi
bir kitap okusam kıskançlıktan -öyle gıpta filan değil de, bildiğin
haset duygusuyla kıskançlıktan- çatlarım. 13 yaşındayken Boyalı
Kuş’u okudum, o kitabı şurama koyduğumu biliyorum, kalbimin tam
üstüne. Ve öylece durdum, hissettiğim kesif kıskançlığı bastırmaya
çalıştım. Ama ben bu romanı bitiremem sanıyordum. Çünkü ben
başladığı işleri yarıda bırakmayı seven biriyim. Golfe başlarım 10
ders alır, bırakırım. Pilates’e giderim 3 ders alır, "Allah’ım
kurtar beni" der, kaçarım. Zaten bu romanı başladığımda da, benden
başka kimse inanmadı bitireceğime. Fatih dahil...
Türkiye’de sevildiği kadar düşmanlık duyulan bir adamın
karısısınız. O adamın karısı olmasaydınız, herhangi bir Hande
olarak da böyle bir işe kalkışır mıydınız?
- Tabii ki...
Peki kitabı bastırabilir miydiniz?
- Fatih sayesinde tanıdığım bir sürü yayıncı var, birine gidip
basmasını rica edebilirdim. Öyle yapmadım. Kendim bir yayınevine
gittim, "Böyle bir şey yazdım, bakmak ister misiniz?" dedim, onlar
da bastılar. Ama Fatih’in karısı olduğum için bastılarsa, bunda
benim suçum yok ki...
Problem eder misiniz bu tür şeyleri, yoksa umurunuzda bile olmaz
mı?
- Valla ben yayıncı olsam, bir mal kötüyse, isterse bilmem kimin
karısı olsun, basmam. Benim için tek bir gerçek var: Ben bir kitap
yazdım, o kitabı kim niye alır, kim niye basar, beni hiç
ilgilendirmez...
Peki Altaylı olmadan önce, Hande hayata nerede başladı?
- Edremit’te. Sonra İstanbul’a yatılı okula geldim Galatasaray
Lisesi’ne. 8 sene yatılı bir hayat. Ardından Boğaziçi’nde
Uluslararası İlişkiler okudum.
Çok hızlı başladınız! Edremitli olmak nasıl bir şey?
- İyi bir şey. Güzel bir kasabamızdır Edremit.
Kasabalı kız olmanın rahatsızlığını hisseder misiniz?
- Tam tersine gurur duyarım. Küçük yerlerdeki büyük insanları
tanımak müthiştir. Onların hepsi birer karakterdir, tiptir.
İstanbul’un bakkalları alınmasın ama, Edremit’in bakkalları bile
farklıdır. Yoğurtçu Erdoğan da bir tek orada vardır, köfteci Şaban
da...
Anne-baba?
- Babam avukat, annem ev hanımı. Bir de ablam var. Ben asi olanım.
Ablam daha hanımefendi, daha kibardır. Annemler hálá Edremit’te,
ablam burada...
Edremitli bir çocuğun Galatasaray’da okuyabilmesi olağan bir şey
mi?
- İlkokulun son sınıfında Ankara’ya dedemlerin yanına gidip özel
olarak çalışmasaydım, zor kazanırdım galiba. Galatasaray’da acayip
eğlenen ama sürekli ikmale kalan, berbat bir öğrenciydim...
Peki nasıl olur da Boğaziçi Üniversitesi’nin yüksek puan isteyen
bir bölümünü kazandınız?
- Yumurta kapıya dayanınca çalışırım. İnsanlara GS’de okuduğumu
söylediğimde "Aferin çocuğa!" filan diyorlardı, ben de son sene
hakkını vermek için, "Çalışayım, iyi bir yer kazanayım bari"
dedim.
Şanslı bir tip misiniz, zeki mi?
- Salak değilim, onu biliyorum, bana yetiyor, gerisi de beni
ilgilendirmiyor. Boğaziçi beni GS kadar sarmadı, ben "okul" derken
hep GS’yi kastederim. Boğaziçili gibi hissetmem kendimi.
Peki üniversitede neyin peşinde koşardınız? Ne yapmak, ne olmak
isterdiniz?
- Benim ruh halim çok durağan değildir. Fatih bunu İkizler burcu
olmama bağlar. Aksi gibi yükselenim de İkizler benim, "Etti, dört
kişi..." Deniz yüzeyindeki çırpıntılardan var ruhumda, sürekli
değişir benim ruh halim. Ne olmak istiyordum? Hariciyeci
galiba...
Sonunda reklamcı oldunuz, hariciyeden reklama nasıl döndünüz?
- İyi bir dönüştür o da! Belki Fatih’in etkisi olabilir,
evlendiğimizde ben hálá üniversitede okuyordum, son sınıftaydım.
GS’de iki sene hazırlık, Boğaziçi’nde bir sene hazırlık, okulu da
biraz uzat, yaşın kemale eriyor tabii ki. 23’tüm
evlendiğimde...
Çok fazla sevgiliniz olmadan evlenmişsiniz siz...
- O kadar zamanda ne yapabildiysek, bir şeyler sıkıştırdık araya!
Gazeteci bir adam, Dışişleri Bakanlığı’nın çok bayıldığı bir şey
değildir herhalde diye düşündüm, "Almazlar beni zaten" dedim,
vazgeçtim. Ben kendim vazgeçtim. Fatih’in bir etkisi olmadı. Sonra
baktım, etrafımda çok reklamcı var ve eğlenceli insanlar,
çalışırken de eğleniyorlar. "Gel takıl bize" dediler, "Eşofmanla
filan da gelebileceğin bir yer burası". Gift Ajans’ta çalışmaya
başladım. Sonra Pen Ajans’a gittim. Arada çocuk doğurdum. Sonra
birkaç yıl daha çalıştım ve bıraktım.
Hiç işten atıldığınız oldu mu?
- Hayır olmadı. İyi bir elemanım. Ama ona rağmen kocam Fatih
Altaylı diye, bana hep az para verdiler...
Bu koyar mıydı size?
- E koymaz mı insana! "Şimdi ne alakası var?" oluyorsun. "Sen
Fatih’in karısısın, al sana az para" demezlerdi ama yaparlardı.
Öyle bir rahatlıkları vardı...
İş hayatında yaptığınız öne çıkan işler neler...
- Hayatımda ilk yaptığım reklam, "Tut şunun ucunu döşeyelim
abi"dir.
Vayyy. Ben çok severim o reklamı! Bilmiyordum o reklamın fikir
annesi olduğunuzu. Nasıl çıktı?
- Öyle çıkıyor onlar. O bir şarkıydı, oradan devşirdik...
Yıllardır hep o reklam dönüyor, önünüze gelene "Bunu ben yaptım"
diyor musunuz?
- Yok hayır.
Başka?
- Bunun dışında öyle patlayan, herkesin dilinde olan bir işim yok.
Ondan sonra Pen Ajans’tayken Bellonna ve İstikbal grubuna güzel
işler yaptık. Ama bir müddet sonra çok fazla tatmin olmamaya
başladım. Başka? Sefarat diye bir grup var, onlara şarkı sözü
yazdım. O da şans eseri oldu gerçi. Ercan Saatçi "Yollayayım bir
dene" dedi. "Yok yazamam" dedim. İlkokulda koro seçmesine 100 çocuk
girdik, 4’ü elendi, biri bendim, o kadar kulağım yok, resmen kaz
gibiyim. Ama ısrar etti. Bir tane öylesine denedim. "Ne fark
eder..." diye bir şarkı vardır, "Üç beş dakika ne fark eder?" O
şarkıyı yazdım...
Ara ara şöyle düşünüyor musunuz: "Ben aslında acayip yetenekli bir
kadındım. Başka sorumluluklar alınca, ister istemez kaldı. Yoksa
ben çok acayip şeyler yapabilirdim..."
- Ben hiç öyle şeylere itibar etmem. "Dişi Serdar Erener olacaktım
ama olamadım!" Yok ya! İnsan ne olacaksa, o oluyor. Herkes
evleniyor, şakır şakır kariyer kadını olmaya devam ediyor.
Evliliğin bu tür şeylere engel olacağını zannetmiyorum. Hele
Fatih’le evlilik. "Gömleğim şöyle ütülensin, yemek böyle olsun"
diyen bir tip hiç olmadığı için. "İş gezisine gidemezsin" diyen bir
tip de değil...
E peki o zaman... Neden daha fazla sardırmadınız işe...
- Bu kadar olduk ya! İyi bir reklamcıydım ama Serdar Erener
değildim. İlla daha fazlası mı gerekiyor hayatta?
O sloganları bulurken mi kendinizi daha başarılı buluyordunuz,
yoksa şimdi bir aileyi, bir adamı, bir çocuğu yöneten kadınken
mi...
- Ben hiçbir şeyde başarılı bulamıyorum kendimi. Sürekli şüpheler
içinde yaşayan bir insanım. Böyle "Allah’ım ne de başarılıyım"
hissi yaşamam. Annelikle ilgili de doğru mu yapıyorum, yanlış mı
dediğim bir sürü şey var. Aslında her konuda şüphem var. Mesela,
"Roman yazdım. Çok iyi bir roman bu" diyemem asla...
Kendinizi hangi sıfatlarla tanımlarsınız?
- "Gel-git"li. Belki bu röportajı yarın yapıyor olsak, bu soruya
verecek sağlam bir cevabım olabilirdi. İyi anne olarak
tanımlayabilirdim kendimi. Ama bugün o şekilde cevap veremiyorum.
"Gel-git"li bugün beni en iyi tanımlayan sıfat...
Ve sahici... Çünkü anlattıklarınız sahici geldi bana...
- Valla, onu da bilemiyorum..
FATİH’LE BİZİMKİ VUSLATA ERMİŞ BİR AŞK
Sizinle ilgili kafamda iyi eğitimli, oturup kalkmasını bilen,
bakımlı, güzel röfleli, kocasına her yerde eşlik eden, gülümseyen,
kısacası "ideal eş" gibi bir kadın imajı vardı. Allah’tan kitabı
okuyunca bu imajlar bozuldu! Kanlı canlı, yaşayan, hayata müdahale
eden, hangi tonda konuşacağını bilen bir kadın çıktı karşıma. İki
imajınız mı var, yoksa biz mi sizi yanlış tanıyoruz?
- Bakımlı ve güzel röfleli mi dediniz! Gel-git’lere göre değişir.
Bir gün çok bakımlı olabilirim, bir gün dünyanın en paçoz insanı
olarak gezebilirim. Fatih dolabıma bakıp, "Buradan 8 ayrı kadın
giyinebilir" der. Çünkü "Şunu giyen, bunu asla giymez!" diyeceğiniz
her şey benim gardırobumdadır. Kanlı canlıyım, yaşarım, olaya ve
hayata da müdahale ederim, bunlar doğru. Ama iyi bir eşlikçi
değilim. Eşlik etmem Fatih’e, canım istemezse gitmem...
Bu elimde tuttuğum kitap, 7 yaşında bir çocuğu olan, edepli bir
annenin yazacağı bir kitap mı?
- Edepli olduğumu hiç söylemedim ki!
Neden yazdınız bu kitabı? Daha doğrusu hangi saikle yazdınız?
- Bana benzemeyen bir kadın anlatmak istedim. Kendinden
uzaklaşabiliyorsun ama yakın çevrenden uzaklaşamıyorsun. Kitaptaki
karakterler kolaj kişilikler, hepsi tanıdığım insanlar.
Arkadaşlarımdan parçalar var, onların hayatlarından alıntılar.
Şehirli kadının yaşadığı yalnızlığı ve ilişkileri anlatıyor bu
kitap...
İyi de neden bunu anlatma ihtiyacı hissettiniz?
- Çevreme baktım ve bunu yazmaya karar verdim. Tam olarak şöyle
oldu aslında: Bir gün evde yalnızdım, son derece kötü bir Amerikan
filmi seyrediyordum. Filmdeki adam başka birine dedi ki: "Senin
hayattaki en büyük hayalin ne?" Adam resmen taş kesti, öylece
duruyor, düşünüyor. Bizimki üsteliyor: "Hadi ama herkesin bir
hayali vardır..." Ben de taş kestim. Çünkü benim de aklıma bir
hayal gelmiyor. Sonra birden "Benim hayalim kitap yazmak" dedim.
"Peki yazabilir miyim? En azından denerim. Hiç olmazsa bir hayalin
peşinde koşar, onu gerçekleştirmek için uğraşırım." Dedim ve yola
koyuldum...
Kitabın otobiyografik olduğunu iddia edeceklere verecek cevabınız
nedir?
- Valla, kör ve topal birini anlatsam, onlar "Siz bilmiyorsunuz ama
bu kız aslında kör ve topal" da diyebilirler. Şöyle söyleyeyim:
Verecek bir cevabım yok, kim ne isterse düşünsün.
Bu kitapta kişisel deneyimleriniz payı hiç mi yok?
- Yok desem yalan söylemiş olurum. Bütün o duyguları birebir
yaşamış olmasam bile, yakın duygular yaşadım...
Hálá kocanıza aşık olduğunuzu söylemeyeceksiniz değil mi?
- Aşk mı bunun adı bilmiyorum ama onu çok seviyorum...
Kitapta aşk ile sevginin akraba bile olmadığını anlatıyorsunuz.
Hatta zaman zaman sevgiyi küçümsüyorsunuz...
- Bunlar, travmatik şeyler yaşamış bir kadın düşünceleri. Ben Aslı
değilim. Öyle insanları, yani aşkı çok tutkulu yaşamış olanları,
ondan sonra ne yaşasalar kesmiyor. Sanıyorlar ki, en iyisi en
hırpalayanıdır. Ama şu konuda Aslı’ya hak veriyorum: Böyle
şiddetli, hırpalayıcı aşklarda ben de sevgiye yer olmadığını
düşünüyorum. Ama "Aşkın her çeşidi böyledir" diyemem...
Nefret şart mıdır?
- Aşkın bir çeşidi için şarttır. Ya da aşkın bir çeşidinde nefret,
her an ortaya çıkabilir diyelim...
Aslı’ya göre "Aşk, benim ol dedirtiyor; sevgi ise mutlu ol..."
- Evet. O hırpalayıcı aşkta, sürekli elde etme ve sahip olma
mücadelesi var. Sahip olamadıkça agresifleşiyor, karşısındakinin
canını yakmaya çalışıyorsun. Bin türlü yalan söylüyor, kıskandırmak
için uğraşıyorsun. Normalde sevdiğin insanın canını yakmak
istemezsin değil mi? Ben niye şimdi Fatih’e böyle bir şey yapayım?
Onu üzmek, hırpalamak istemem ki. Çünkü aramızdaki aşkın çeşidi bu
değil...
Sizin aranızdaki aşkın çeşidi ne?
- Vuslata ermiş aşk! Bizim birlikte olmamızı engelleyen bir şey
yok. "Beni mi tercih edecek, onu mu?" diye bir şey yok şu anda. Her
zaman olabilir ama şu anda böyle bir mücadelemiz yok...
Peki mücadele olmaması, aşkın kalitesini düşürür mü?
- Valla, ben çok mücadele edecek bir tip değilim. Mücadele bana
gelmez. "Ha öyle mi buyurun" derim...
Nasıl yani?
- Ne diyeyim? "Otur mu?" diyeyim. Gitmek istiyorsa gitsin...
CADI OLAN BENİM
Evde sinirli ve kırıcı bir tip mi?
- Tam tersine, acayip yumuşaktır. Cadı olan benim. Söylüyorum
zaten, "Beni niye çekiyorsun?" diyorum. Hakikaten, ben öyle
çekilecek dert değilim. Yataktan iyi mi kötü mü kalkacağı bile
belli olmayan bir kadınım. Fatih mesela hep iyi kalkar, çok
neşelidir. Bu da beni çok sinirlendirir. "Hayrola, sabah sabah ne
bu neşe?" O ise iğnelememe aldırmaz. Sürpriz yapmayı sever, sevgi
göstermeyi sever. Ben öyle sevgi göstermekten çok hoşlanan biri
değilim...
SENİNLE SEVİŞEN EŞİNİN ASLINDA KİMİNLE SEVİŞTİĞİNİ ASLA
BİLEMEZSİN
"Sizinle sevişen bir insanın aslında kiminle savaştığını
bilemezsiniz. Sizi öperken kimi öldürmeye çalıştığını, sizi
severken kimden nefret ettiğini tahmin bile edemezsiniz"
diyorsunuz. Burada bir güven krizi yok mu?
- Çiftlerle ilgili bir araştırma yapılmış... Birbirleriyle 3 gündür
çıkanlar, 20 yıldır evli olanlar, hatta 40 yıldır evli olanlar da
var... Çok geniş bir grup... Ortaya ne çıkmış biliyor musunuz,
partnerini, eşini yüzde 50’ye yakın bir oranda tanıyabiliyormuşsun.
3 gündür çıkıyor olman da, 40 senedir evli olman da durumu
değiştirmiyor, hep bir yüzde 50 karanlıkta kalıyor. O yüzden
güvensizlik olacaktır. Mesele bence karşındakinden çok kendine olan
güveninle ilgili. İnanmak iyidir. Gerçi inanmak gerçek olduğunu
göstermez ama... Sen rahat edersin. Ama yine de seninle sevişen
eşinin aslında gerçekten kiminle seviştiğini asla bilemezsin...
UTANÇTAN VE KORKUDAN DAHA GÜÇLÜ DUYGU: CİNSEL İSTEK
Utançtan ve korkudan daha güçlü olan duygu ne?
- Cinsel istek. Çağlar boyu her türlü duyguyu yenmiştir, yenecektir
de...
Sevişme sahnesi yazarken, "Dur, çok ileri gitmeyeyim de üzerime
gelmesinler. Daha edepli yazayım" diye düşündüğünüz, kendinizi
sınırladığınız oldu mu?
- Yok hayır. "Bu olmaz, yazılmaz" dediğim bir yer olmadı. Ama hep
bir yere kadar anlattım, gerisini herkes biliyor zaten...
Günah ve sabah.. Anlattığınız insanın bir gece önce yediği haltla,
sabah yüzleşmesi pratik mi teorik mi? Bizzat yaşadığınız deneyimler
mi?
- Elbette. Hepimiz için hayatımızda yapmamız gereken şeyleri
yaptığımız bir günün sabahı olmuştur. İlla seks anlamında değil.
Sabah uyanıp, yaptığın o abuk sabuk şeyler gelir aklına, için bir
tuhaf olur.. Benim olur en azından. En çok da sabah suçluluk
duyarım...
Siz yazdığınız bölümleri Fatih Altaylı’ya okuyor muydunuz?
- Hayır. İlk birkaç şeyi okuttum, aralardan. Tamamını okumadı.
Okumak istiyor...
Bu duygular nereden çıktı derse?
- Demez.
Masadaki sevişme sahnesini yazarken, "Buradan beni yakalarlar ve
kocama saldırırlar" diye düşündünüz mü?
- Yooo. Ona da saldırmasın kimse, bana da saldırmasın. Ne var yani,
bir sevişme sahnesi yazdım?
SEVİŞECEK KADAR SEVENLER
Sevginin derecelerinden söz ediyorsunuz kitabınızda. "Sevişecek
kadar sevenler..." mesela...
- Evet. Artık her şey kolaylaştı, herkes birbirinden hoşlanıyor,
birbirini seviyor, birbiriyle yatağa giriyor, sevişiyor. Ama
aslında kimsenin kimse için bir şey yaptığı yok. Sıfır sorumluluk.
Öyle ben de severim, herkes sever. Ben buna "sevişecek kadar
sevmek" diyorum. Şuradan geçen köpeği sevmekten farklı değil bu.
"Aa ne tatlı!" demek gibi bir şey. Evet çok tatlı ama bu yeterli
değil tatlım! Sevginin bir tezahürü olmalı...
Yani ne yapmalıydı kitabın erkek kahramanı, kızın en yakın
arkadaşıyla yatmamalıydı...
- Hayır efendim. O ayrı bir şey. Gerçekten seviyorsa karısından
ayrılmalıydı. Sen hem karınla berabersin. Seviştiğin kadını da
orada tek başına bırakıyorsun. Sonra da "Ama ben onu seviyorum"
diyorsun. Yok ya! O seviştiğin ve yalnız bıraktığın kadın, gider
bir başkasını bulur diye de bir korkun yok. İkisini isteyecek kadar
da bencilsin. Bu tür insanlar benim için ancak sevişecek kadar
sevebilenler...
Yani Allah göstermesin ama siz birine aşık olursanız, kocanızı da
Porsche Cayenne’inizi de bırakırsınız...
- Doğrusu budur.
Bu kadar cesur musunuz?
- Böyle konularda ahkam kesilemeyeceğine inanıyorum aslında. Ama
elini taşın altına sokmamayı, sevgisizlik işareti olarak
alıyorum.
EN BÜYÜK GÜNAH YAKIN ARKADAŞININ KOCASIYLA/ KARISIYLA YATMAK
MI?
En büyük günah, insanın yakın arkadaşının karısı ya da kocasıyla
yatması mı?
- Hayır. Herkesin en kötü günahı farklıdır bence.
"Ben yakın arkadaşımın sevgılisine/ kocasına/ karısına bakmam, ar
damarım o kadar çatlamadı" denir ya...
- Bu konularda büyük konuşulmaz. Her şey insanlar için. Hayatta
insanın başına gelecek o zaman anlayacak. Kitapta, "Güzel kadının
iffetli olması daha zordur" diye de yazdım. Ee tabii Angelina Jolie
ol, Brat Bitt peşinden koşsun da, iffetli ol, göreyim seni...
İyi de siz ne düşünüyorsunuz?
- Bu iyi bir şey değildir. Arkadaşlarım benim için kıymetlidir. Ama
böyle yapan insanlar da tu kaka demiyorum.
SEK SEKS İNSANI SARHOŞ ETMEYE YETMEZ
Aşk olmadan yapılan seks, neden insanı sarhoş etmeye yetmiyor?
- Bunu aşk olarak seks yapma mutluluğuna ermiş her insanın takdir
edeceğini sanıyorum...
Peki salt seksin, sizin deyiminizle sek seksin, kendine özgü bir
hazzı yok mudur?
- Vardır ama içine aşk katınca, tadından yenmez.
Bazen seks de aşk olamaz mı?
- Tabii seks diye başlayan bir şey aşka dönüşebilir. Ve çok
kuvvetlidir...
GS’Lİ KIZLAR HARBİ OLURLAR
GS’li kızlar nasıl olur?
- Harbi olurlar. Erkek gibi olurlar. Ve özgüvenleri
yüksektir...
Onlar lisede sevişmeye başlar mı, yoksa çok namuslu mu
olurlar...
- Sevişmeye başlarlar...
Onların sevgilileri GS’den mi olur, yoksa...
- Hayatın çeşitli alanlarına yayılırlar...
Peki GS’li bir kızın, kocasının GS’li olması şart mıdır? Özellikle
gidip bir GS’li adam mı buldunuz? Başkasıyla beraber olamaz
mıydınız?
- Olurdum, olurdum da... Kısmetmiş... Ben girdiğimde Fatih, GS’yi
bitirmişti zaten. Sonra cemiyette tanıştık. İlk karşılaştığımızda
ikimizin de başka sevgilileri vardı, ama bir süre sonra birlikte
olmaya başladık. "İlla GS’li sevgili bulayım, evleneyim" diye bir
takıntım yoktu. Deli miyim ben?
Çok mu aşık oldunuz?
- Evet çok...
Kitaptan....
Ömer ayağa kalkıp masaya yaslanmış duran Aslı’nın yanına geldi.
Uzun sarı saçlarını tepesinde tutan kalemi çekip çıkarıp,
omuzlarına dökülen saçlarını okşadı. Aslı, bir şeyler söylemek
istedi ama yine sesi çıkmadı. "Masa sağlam mıdır sence?" diye
fısıldadı Ömer. Elini kızın saçlarının arasına sokup onu sıkıca
yakaladı, yüzükoyun masaya yatırıp eşofmanını sıyırdı ve üzerine
abandı. Masanın tahtaları gıcırdarken Aslı hırstan ve zevkten
ağlıyordu, hayat ne kadar korkunç ve ne kadar güzeldi...
Birbirlerini taparcasına sevdiler ve birbirleriyle ölümüne
savaştılar. Derin kederlerden sonsuz mutluluklara koşturup
durdular. Kavgalar, gürültüler, kıskançlıklar, gözyaşları, çarpılan
kapılar, kapatılan telefonlar, küfürler, yalvarmalar, ayrılıp
barışmalar ve uykusuz gecelerle iki yıl geçti. Aslı ilk günlerdeki
rahatlığını nasıl olup da kaybettiğini bir türlü çözemedi. Ömer’in
sevgisinin ona yettiği, evli olmasını hiç sorun etmediği o günlere
dönebilmek için çabalayıp durdu ama başaramadı. Ne değişmişti ki?
Ömer onu hálá deli gibi seviyordu. O halde neden bu kadar hırçın ve
huzursuz hissediyordu kendisini? Şeytan niçin sürekli, "Seni
gerçekten sevseydi, hayatını seninle geçirirdi" diye fısıldıyordu?
Ve niye içindeki ses, "Şeytan haklı" diyordu?
Ömer ona áşık olduğu için gidip başkasıyla evlenmişti, Aslı da
Ömer’e áşık olduğu için şimdi Sinan’la sevişecekti. Áşık insanların
ızdıraplarını dindirmek için yapmayacakları şey yoktu belki de. Bu
öyle bir fırtınaydı ki, insan umutla her türlü sığınağa koşuyordu.
Sizinle sevişen bir insanın aslında kiminle savaştığını
bilemezdiniz. Sizi öperken kimi öldürmeye çalıştığını, sizi
severken kimden nefret ettiğini tahmin bile edemezdiniz.
Hürriyet