Gecenin karanlığı onun içindeki karanlıkta
kaybolmuştur.
Yaşlı yüreğinin yaşamla mücadele etme gücü zaten azalmışken,
artık o; azalan gücü de, yaşamayı da istemiyordur.
Çünkü nefes aldığı her dakika ona fazla geliyor ve geceyi sabaha
yolcu ederken, bir türlü tükenmeyen gözyaşları ile kalan yaşam
yolculuğunun zoraki yoldaşı olduğunu biliyordur.
Uykuyu ona haram eden gecelerde pencereye yansıyan yüzü; sanki
onun değil de bakmaya, dokunmaya kıyamadığının hasret kaldığı
yüzüdür.
Artık nereye baksa gördüğü ve bir daha hiç unutmayacağının
gülümseyen yüzüdür.
O gülümsemeye dayanamayarak akan gözyaşlarını nasıl tutabilirdi
ki?
Nasıl içindeki acıyı saklayabilirdi ki?
O da saklayamıyordu, saklayamazdı da…
Çünkü artık yüreği çektiği acıya dayanamıyordu.
Evet dimdik durmuştu.
Evet, acısını gururunu aynı anda yaşamıştı.
Çünkü öyle hissetmişti.
Ama artık gururu gitmiş, acısı içine iyice yerleşmiş ve
her dakika sanki içini çürütür olmuştu.
Buna dayanamayacağını, yüreğinin bunu kaldıramayacağını
biliyordu.
Zaten nasıl dayanabilirdi ki?
Nasıl içindeki acıyı tüketebilirdi ki?
Böyle bir acıyla kim baş etmişti de o edebilecekti?
Sonra başını salonun başköşesine çevirip, içindeki acının
resmine baktı. Bakmaya doyamadığının resmine…
Artık gözyaşlarını silmeye mecali olmayan ellerini; karanlığın
ötesindeki evladının resmine doğru uzattı.
Sanki” neredesin” der gibi…
Sanki “gel” der gibi…
Sanki “yanına al beni” der gibi…
Gündüzleri sessiz ve içine kapanık geçirirken, geceleri sabaha
kadar; o resimle konuşarak yarasını sıcak tuttuğunu haykırır
gibi…
“Şehit babası olmak böyle bir şey” der
gibi…
Ölene kadar; yalnızca acıyla yoldaş olmaya mahkûm olan
nice babalar gibi…
Evladına hasreti; gözyaşlarına yerleştirmiş gibi
ağladıkça ağladı.
Umutlarını kaybetmişliği ile…
Yaşamdan vazgeçmişliği ile…
İçindeki karanlığındaki yalnızlığında…
“Niye?” diye sorar gibi…