Satranç Oynayan Derviş
Abone olŞemsi Tebrizi'den Konfiçyus'a örnek insanlar silsilesi
Ali Ural, Doğu ve Batı'nın yüzyıllar geçse de hafızalarda canlı
kalan önemli simalarının iç dünyalarında çıktığı gezintiye
okurlarını da davet ediyor. Kimi zaman şiirsel dokunuşlarla yapılan
bir sohbet de yanında. Bu yolculuk için bu kitabın kapağını açmanız
yeterli.
Yazar Ali Ural, Şule Yayınları'ndan çıkan “” isimli kitabında, Doğu ve Batı'nın yüzyıllar geçse de adını tazelikle koruduğu önemli simalarının ruh dünyasına gezintiye çıkıyor. Bu yolculuk, kimi zaman 'garip' karşılanan bazı davranışların altında aslında bambaşka nedenlerin yattığını ispatlayan üç boyutlu bir gezi. Yazar, kimi zaman şiirsel dokunuşlarla yaptığı bu seyahatte, onları diğerlerinden bir adım öne çıkartan meziyetlerden ziyade; 'insan' denilen pencereden görmeye çalışıyor, eline aldığı her bir duygu yumağında: “Çerçeve içine almak insanı, ne müthiş! İnsanı insanda aramak ne derin yolculuk.
Yollar dev kağıt ruloları, ne tuhaf; boyadıkça değil, kazıdıkça
derinleşiyor tablo! Her tablonun altından yeni bir tablo
çıkıyordu.” “Bu yüzden” diyor Ural, kitabın önsözünde okurlarına
seslenerek: “Duvarlarınıza astığım tablolar, Konfüçyüs'ün, Şems'in
Dante'nin, Fuzuli'nin, Descartes'ın, Nasreddin Hoca'nın, Nietzsche,
Bişr el Hafi, Leonardo da Vinci, Hallac-ı Mansur, Kafka'nın,
Süfyan-ı Sevri'nin ya da Pablo Neruda'nın değil, sizin
portrelerinizdir.” Haydi şimdi, bu portreleri kendi dünyalarında
bir 'misafir' sıfatıyla ziyaret edelim ve bize ait tüm cümleleri
yutarak sadece görelim:
ANLAŞALIM LA FONTAİNE SÖZ; SİZİ OKUYACAĞIM AMA;
ÖĞRETMEYECEĞİM!
Ünlü Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, insanın uygarlık
tarafından değiştirilmemiş doğal halinin, pek çok açıdan daha üstün
olduğunu düşünerek kaleme aldığı 'Toplumsal Sözleşme' öğretisinin,
ileride 'modern demokrasi'ye temel oluşturacağını biliyor muydu?
Kim bilir? 'İtiraf' ediyor Rousseau, 'Zamanın ahlakını gördüm de bu
mektupları yayımladım. Keşke bunları ateşe atmak zorunda kalacağım
bir devirde yaşasaydım' diyerek yozlaşmış bir toplumun kurbanı
olarak tanımlıyor kendini. Belki de bu yüzdendi içten içe
serzenişler göndermesi la Fontaine'ne: “Ah la Fontaine,
masallarınla bizi kandırdın. Karga ile alay etmemizi isterken biz
tilkiyi sevdik.
Ağustosböceğine kızmamızı isterken sen, biz karıncayı ezdik.
Arslan bölüştürülecek şeyin hepsini kendine aldığında arslan
oluverdik birden. Sivrisinek arslanı yere vurduğunda ise
sivrisinektik. Sen bir dersi tatlılaştırmak için başvurmuştun bu
yalanlara, biz ise dersi değil, yalanı bal eyledik. Sizinle
anlaşalım la Fontaine! Ben kendi hesabıma sizi okuyacağıma,
seveceğime ve masallarınızdan ders alacağıma söz verebilirim; ancak
çocuklara bunları öğretmemi istemeyeceksiniz benden!” 'İtiraf'
ediyor Rousseau, 'Zamanın ahlakını gördüm de bu mektupları
yayımladım. Keşke bunları ateşe atmak zorunda kalacağım bir devirde
yaşasaydım' diyerek yozlaşmış bir toplumun kurbanı olarak
tanımlıyor kendini.
GEZDİĞİ DİYARLARDA DEĞİŞSE DE O, SENİN
BEBEĞİN!
Eserlerinde her kahramanını kızgın bir harfle damgaladı: 'K'.
'Yazmak bir uyku, ölümden daha derin! Yüzbinlerce sahte duygular
var içimde, korkunç duygular. Gerçek duygular açığa vurmuyorlar
kendilerini, vursalar da yalnızca kırık dökük, pek güçsüz' diyordu
Franz Kafka. Parkta yürüyor, kuş cıvıltılarının arasında önünü,
oyuncak bebeğini kaybetmiş küçük bir kız kesiyor: Ağlama, bebeğin
kaybolmadı! Yalnızca gezmeye çıktı, az önce konuştum onunla, sana
mektup yazacağına söz verdi. Yarın aynı saatte burda ol. Kuş
cıvıltıları kapanan yollarını yeniden açıyor. Adam çıkıyor parktan,
mektubu getirmek için. Ertesi gün çocuk açıyor sevinçle zarfı.
Haftalarca sürüyor bu yazışma. Ta ki, postacı hastalanarak bir
başka kente gidene kadar. Ayrılmadan önce bir bebek hediye ediyor
çocuğa: Artık mektup yazmayacak, kendisi geldi. Uzak ülkelerde
başından geçenler biraz değiştirdiyse de onu, unutma, o senin
bebeğin!
SEN BİR ZENCİSİN NEDEN MARANGOZ OLMUYORSUN?
Öğretmeni, 'avukat olmak istiyorum' dediğinde ona dönüp: Sen bir
zencisin, niçin marangoz olmak istemiyorsun? demeseydi eğer... 4
amcasından sonra babası da öldürülmeseydi, kundaklanan evlerini
itfaiye seyretmeseydi, yokluktan hindiba ağaçları haşlanıp önlerine
konulmasaydı, 7 çocukla dul kalan annesi yatırılmasaydı akıl
hastanesine, kardeşleri farklı ailelere evlatlık verilerek çil
yavrusu gibi dağılmasaydı aile ocağı, sınıfına girerken şapkasını
çıkarmadı diye 'dur' emri gelene kadar dolaşma cezası kesilmeseydi,
okuldan atıldıktan sonra geceleri konser salonlarında ayakkabı
boyamasaydı, Boston-Newyork tren hattında sandiviç satarken bir gün
kendini Harlem'in batakhanelerinde bulmasaydı, çığ düşer miydi
yüreğine, olur muydu Malkolm X? 'X' bilinmeyen; çünkü zencilerin
bir soyadları bile yoktu, efendilerininkine tabiydiler onlar, dünya
üzerinde bir varlıkları olmadığı gibi... “İnsanlar üzgün
olduklarında bir şey yapmazlar, sadece dururlar; ama kızgın
oldukarında her şey değişir” diyordu. Malkolm X, tek bilinmeyenli
denklemi çözmüştü.