Ülke olarak zor zamanlardan geçiyoruz. Bir tarafta bütün dünyayı
etkisi altına alan kovit, bir tarafta Doğu Akdeniz, diğer
tarafta doğal afetler…
Türkiye için eskiden “üç tarafı denizlerle çevrili ülke” derdik
ama galiba şimdi “üç tarafı dertlerle sarılı ülke” demek daha doğru
bir tanım olsa gerek. Zira doğal dertlerin haricinde suni dertler
ile de uğraşır kaldık.
Ülke olarak tarihimizin hiçbir döneminde olmadığı kadar
kenetlenmemiz, birbirimize destek vermemiz gereken zamanlardan
geçiyoruz.
Sağcısıyla solcusuyla, dindarıyla ateistiyle, zenginiyle
fakiriyle tek yürek olma zamanlarındayız.
Çünkü zarar sadece bir kesime değil her kesime dokunacak.
Ayrımcılık yapacak, “senden, benden” hesabı yapamayacak
anlar yaşıyoruz.
Gelin görün ki böylesine zor zamanlarda bile insanları
ötekileştirebiliyor, ayrımcılık yapabiliyoruz.
Nasıl yapıyoruz, nasıl bu kadar cahil, nasıl bu kadar
aymaz olabiliyoruz bilmiyorum ama oluyor işte.
Maalesef oluyor…
Giresun’da yaşanan sel felaketi sonrası birçok yetkili
sel felaketinin gerçekleştiği yerlerde incelemelerde bulundular.
Herkes iyisiyle kötüsüyle halka destek olmaya, moral vermeye
çalıştı. Bunlardan birisi de Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr.
Ali Erbaş’tı.
Erbaş sel felaketinin yaşandığı bölgelerde
incelemelerde bulunarak halka yapılan gıda yardımına bizzat iştirak
etti.
Erbaş, bölgede yaptığı açıklamalar sonrasında bazı
eleştirilere maruz kaldı. Bu eleştirilerin bazılarına ben de
katılıyorum. Erbaş, yaptığı açıklamalarda sel felaketinin
yaşanmasında rolü olan yetkililere ya da tedbirsiz insalara da bir
şeyler söyleseydi, önce tedbir alınmasını, sonra tevekkül
edilmesini daha kuvvetli bir şekilde söyleseydi sanırım daha etkili
olurdu.
Erbaş söyledikleri eleştirilebilir tabii ki ama bunlar
dozunda olmalıydı.
Oysa ki kendine “sanatçı” diyen bir kesim haddi olmadan
eleştiri sınırını aşarak hakarete varıcı söylemlerle
Erbaş’a saldırdılar.
Oysa bu Erbaş'ın şahsına değil makamına bir saldırıdır.
Din, diyanet, değer, inanç ve İslami reflekslere
dayanamayanlar makam temsiline saldırdılar.
Eğer Erbaş yani makam eleştirilecekse bunu ilmi kisvesi
olan, en azından yetkili birisinin yapması gerekir. Dinle ve
diyanetle uzaktan yakından alakası olmadığını bildiğimiz ve bunu
saklama gereği görmeyen “sanatçı” sıfatını taşıyanların
hazımsızlığa varan hakaretleri asla eleştiri sınıfında kabul
edilemez.
Herkes kendi kulvarında kalmalı ve kendi uzmanlık alanında bir
şeyler söylemeli.
O zaman söylenenlerin bir kıymeti harbîyesi olur.
Yoksa söylenenler “laf” olmaktan öteye gidemez.
Hatta amacından sapıp topluma kamplaştırmaya ve düşmanlaştırmaya
kadar gider.
Nitekim öyle oldu.
Güya “sanatçıların” yaptığı hakaretler hemen
muhataplarını bularak bir kavgaya sebebiyet verecek karşılıklar
gördü.
“Tam da birlik olma zamanında bu gayrılık niye?”
dedirtecek bir tablo çıktı ortaya.
Tabi maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olunca böyle garip
bir manzarayla karşılaştık.
Filmlerde din adamlarını her zaman siyah cübbeli ve asık
suratlı göstermeye alışmış Yeşilçam artığı
“sanatçılarımız” karşılarında beyaz cübbesi içinde halka
yardım malzemesi taşıyan ve makamı temsil eden bir Diyanet
İşleri Başkanını görünce hazımsızlık yaptı.
Bu hazımsızlığın doğal bir sonucu olan “gaz çıkarma”
faaliyetleri de başlayınca ortalığı bir güzel kokuttular. Ve bu
durumu meziyet görerek yarışa çevirdiler!
Kendilerine “sanatçı” demekten neredeyse ar edecek
raddeye geldiğimiz bu kesim lütfen kendi işlerini yapsınlar, kendi
ilgi ve uzmanlık alanlarında asıl olan icralarını bırakırsalar eğer
bu millete en büyük iyiliği yapmış olurlar.
(Giresun'da yaşanan sel felaketinde şehit olan askerimize
ve kaybettiğimiz vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, yakınlarına baş
sağlığı diliyorum.)