Said-i Nursi'ye göre batılılaşmaya
Abone olBatılılaşma hareketi halkı tedirgin ediyordu. Batı'nın yeni değerleri onları kendi anlam dünyasına nasıl oturtacağını bilemiyordu. İşte bu anda o risaleler ortaya çıktı.
Bak Nur postacısı geliyor! Dizimizin dünkü bölümünde Said Nursi
ve 120 talebesini Eskişehir Cezaevi'nde bırakmıştık. Takvimler
1935'in bahar aylarını gösteriyordu. Savcının suçlamalarını tahmin
etmek kolaydı: Gizli cemiyet kurmak... İrticai faaliyette
bulunmak... Rejimi yıkmayı amaçlamak ve benzeri... Neticede Said
Nursi'ye 11 ay hapis cezası verildi. 15 yakın talebesi 6'şar ayla
cezalandırılmış, diğerleri ise beraat etmişti. Hem tutukluluk
döneminde, hem de verilen cezayı çekerken Bediüzzaman risalelerini
yazdırmaya devam ediyordu. Ara notu: Burada ilginç bir nokta daha
var. Bu noktayı Türkiye 1970'lerde sol gruplarda, 1980'lerin
başında ise PKK'da görecektir: Cezaevleri bir okul, bir eğitim
merkezi haline geliyordu. Nur Hareketi de benzeri bir süreçten
geçmişti. Muhalifler inançlarına daha da yoğun bir biçimde sarılmış
ve diğer mahkumları da etkilemişlerdir. Hapisteki birçok kişi
İslam'a dönmüş, bazısı Nur cemaatine katılmıştı. NURUN İSKELE
MEMURU! Said Nursi 11 aylık cezasını çektikten sonra hapisten
çıktı. Tabii kendi haline bırakılmadı. Bu kez Kastamonu'ya
götürüldü. Ciddi biçimde mimlenmişti. Kastamonu'da karakolun
karşısındaki eve yerleştirildi. Artık hayatı polis kontrolünde
geçecekti. Bediüzzaman ve talebeleri çalışmalarına devam ediyordu.
Bu arada devletin açık ya da gizli baskısını enselerinde
hissediyorlardı. Bu şartlar altında 'Nur postacıları' ortaya
çıkmıştı. Postacılar Said Nursi'nin risalelerini il il
dağıtıyorlardı. Bir risaleyi alan Nur talebesi hemen bunu
çoğaltıyordu. Çoğaltma işine bazıları öylesine kendini kaptırmıştı
ki yıllarca evinden çıkmadan yüzlerce kopya çıkartanlar oluyordu.
Bu 'yatay' organizasyonda kilit isimler vardı. Mesela Isparta'daki
Bedre köyünün imamı Tahiri Mutlu bunlardanbiriydi. Bir risale önce
ona gelirdi. İmam Tahiri bunu hemen çoğaltır ve diğer köylere ve
illere gönderirdi. İmam Tahiri'ye bu kilit rolü sebebiyle 'Nur
Santralı' denirdi. Bir başka lakabı da 'Nur İskele Memuru'ydu!
ÇIĞIR AÇAN ÇALIŞMA Bu noktada Said Nursi'nin hayat hikâyesine ara
verelim. Ve ortaya bir soru atalım: Devletin baskısına,
mahkemelere, soruşturmalara, hapislere rağmen nasıl oluyordu da bir
sürü insan Nur Hareketi'ne katılıyordu? Dertleri, amaçları neydi?
Bediüzzaman onların hangi ihtiyacına cevap veriyordu? Nur tarihini
hazırlarken yararlandığımız kaynakları dizinin sonunda
belirteceğiz. Bunlardan biri de Türkiye'nin en önemli sosyal
bilimcilerinden biri olan Prof. Şerif Mardin'in "Bediüzzaman Said
Nursi: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim" adlı kitabıdır.
'Dışarıdan' bir gözle Nur Hareketi'nin doğuşunu ve gelişmesini
anlatan kitap önce İngilizce kaleme alınmış, daha sonra İletişim
Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. BATILILIK NEREYE
KADAR? Hem Prof. Mardin'i, hem de diğer incelemeleri okuduğumuzda
üç aşağı beş yukarı şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz: Cumhuriyet
rejimi Hilafet'i 1924'te kaldırmış, 30 Kasım 1925'te de tekke ve
zaviyeleri kapamış, tarikat faaliyetine son vermişti. Bu kurumlar
sıradan halkın sadece dini değil, diğer konulardaki taleplerini de
yönetime iletmelerinin bir aracıydı. Artık bu imkândan mahrum
kalmışlardı. Halkın çoğunluğu Müslümanlar'dan oluşuyordu. Bunların
dinsel ihtiyaçları Cumhuriyet yönetimi tarafından dikkate
alınmıyordu. Çünkü tehdit olarak görülüyordu. Ülkeyi hızla
modernleştirmek isteyen Cumhuriyet yönetimi laik eğitimin yapıldığı
okullara ağırlık veriyordu. Sıradan vatandaşlar için bu yetersizdi.
Batılılaşma hareketiMüslüman halkı tedirgin ediyordu. Yeni iletişim
araçlarıyla ve Batı'dan gelen seküler değerlerle nasıl baş
edeceğini, onları kendi anlam dünyasına nasıl oturtacağını
bilemiyordu. Kökeni Hıristiyan Batı olan bilime, teknolojiye,
modern değerlere toptan mı karşı çıkmalıydı; yoksa bunların bir
kısmı İslam ile uyuşabilir miydi? BÜYÜK MANEVİ BOŞLUK Yukarıda
saydıklarımıza başka maddeler de eklenebilir. Ama neticede halkın
önemli bir bölümünde bir ruhsal boşluk, bir tedirginlik oluşmuştu.
Bu manevi eksikliği gidermek, kendi değerlerinden hareketle ama
onlardan taviz vermeden modernleşmeye ayak uydurmak gerekiyordu...
Ama nasıl? Sözünü ettiğimiz manevi boşluk özellikle Anadolu'nun
orta ve alt sınıflarından insanları bir arayışa yöneltmişti. Bunlar
yeni rejimde kendilerine yer bulamayan, kâh itilip kakılan, kâh
önemsenmeyen kişilerdi. Kulakları kirişteydi: Sanki birisi gelecek,
kapılarını çalacak, "Hadi yürü gidelim" diyecekti. Ancak mekanizma
tersine işledi: Onlar aradıklarına gittiler! Said Nursi'ye bağlanan
birçok talebede benzeri bir hikâye ortaya çıkıyor: "Bediüzzaman'ın
bir risalesini okudum... Sarsıldım... Onu tanımak için yola
koyuldum." Bunlardan biri de dün dizi sayfasında yer alan Mustafa
Sungur'dur. Prof. Şerif Mardin'in kitabında onun şu sözlerinden
alıntı yapar: "Yıl 1946... Köy Enstitüsü'nden 18 ay önce mezun
olmuştum. Bana Ayet-ül Kübra'dan, daktilo ile yazılmış, 20 sayfalık
bir forma vermişlerdi. Berberde oturup okumaya başladım. Okuduğum
satırlar bende şimşekler çaktırıyordu. İlk defa okuduğum bu
satırlardan mis gibi kokular ruhuma ulaşıyordu." Geleneksel İslami
'zaman' kavramının alt üst olduğu bir çağda yolunu yitiren Sungur,
risalelerin etkisiyle kendineyeni bir 'zaman' bulmuştur. Okulda
öğrendiği seküler 'zaman' yerine, Allah'la başlayıp, Allah'la biten
başka bir zaman anlayışı Sungur'un rahatsızlığına ilaç olmuştur.
Artık ilk fırsatta Said Nursi'ye ulaşmaya çalışacaktı. 'BEN ŞEYH
DEĞİLİM' Prof. Mardin'in hikâye ettiği bir başka kişi ise 1895
doğumlu İbrahim Hulusi Yahyagil'dir. 1929 yılında Eğirdir'de
kıdemli yüzbaşı rütbesiyle orduya hizmet vermektedir. Hulusi Bey
çeşitli sebeplerden dolayı kendini yalnız, arka plana atılmış,
'marjinal' hissetmektedir. Bu sebeplerden biri Çanakkale'de
yaralanmış sadık bir asker olmasına rağmen, Kürt kökenli olduğu
için özellikle Şeyh Said isyanından sonra kendisine kuşkuyla
bakılmasıdır. Derken Barla'da bir 'tarikat şeyhi' olduğunu işitir.
Bir at bulup Sadi Nursi'nin yanına gelir. Konuşurlar. Said Nursi
ısrarla şeyh olmadığını, tarikat kurmadığını, sadece bir imam
(cemaat lideri) olduğunu söyler. Hulusi Bey'e, kendisine (Said
Nursi'ye) değil, risalelere bağlanması, onları yürekten kavraması
gerektiğini belirtir. Yani mesaj 'insan'da değil 'metin'dedir. O
günden sonra Hulusi Yahyagil, Bediüzzaman'ın talebesi olur.
MÜHENDİS NURCULAR Tekrar hikâyemize dönmeden önce ortaya bir soru
daha atalım: Prof. Mardin'i izleyerek, Nur Hareketi'ne ilk
katılanların çoğunlukla orta ve alt sınıflardan insanlar olduğunu
söyledik. Peki mesela mühendis ve doktor gibi hem pozitif
bilimlerle uğraşan, hem de sistemden daha fazla yararlanan
insanları Risale-i Nur'a çeken neydi? Yarın kendisine başvuran
Kastamonu Lisesi öğrencilerine Bediüzzaman'ın verdiği son derece
önemli cevabı konu edineceğiz. Sanırım o zaman bu sosyolojik
meselenin özü aydınlanmış olacak. Emre AKÖZ / Nevzat ATAL