Rukiye Türeyen: Kalbimin yarısı Medine, yarısı Mekke'de kaldı
Abone olSakarya'da yaşayan ve sadece tek bir parmağını kullanarak Kanadı Kırık Melek'in Kanadına Takılanlar isimli kitap yazan Rukiye Türeyen, Mekke ve Mediye ziyaretini de kaleme döktü.
Yüzde 98 engelli olan ve sadece işaret parmağını
kullanarak Kanadı Kırık Melek'in Kanadına Takılanlar kitabını
yazan, 2. kitabı için de çalışmalarını sürdüren Rukiye Türeyen,
yaşadığı tüm zorluklara rağmen Umre'ye gitti ve burada
yaşadıklarını ve gözlemlerini de yine tek parmağını kullanarak
yazıya döktü.
İşte Rukiye Türeyen'in Mekke ve Medine ziyareti ile ilgili düşünceleri...
Medine ayrı, Mekke ayrı güzel...
Başlığı yazarken bile Medine sokaklarında dolaşırken aldığım mis
kokuyu tekrar aldım sanki.
O sokakları ve kokuyu şimdiden çok özledim.
Hayal etmiştim kendimi Medine’de. Teşekkür bölümünde gitmeme
kimlerin vesile olduğunu yazacağım. O teşekkürü, yazımın sonuna
ekleyeceğim.
Kendimi hep Medine sokaklarında dolaşırken hayal ederdim ve bu
hayal rüyalarıma sirayet ederdi. Yani rüyalarımda kendimi kutsal
topraklarda görürdüm. Ama bir türlü olmuyordu gidemiyordum.
Ben yatalak engelliyim, sevgili okurlarım. Bizlerin seyahat etmesi bir mucizedir. Mesela ben uçağa ilk defa bindim, o da sorun oluyordu. Uçakta dik oturmak zorundaymışım. İstanbul, yeni açılan havaalanı çalışanları iyiydi fakat biri dışında: ismi Serkan, 29 – 30 yaşlarında, kilolu bir çocuktu. Sanırım sabah saatleri olduğu için henüz uyanamamış olacak ki kardeşim bir şey soruyor, Serkan Bey ise kaba sözlerle karşılık veriyordu.
Çalışma arkadaşları baktılar ki böyle olmayacak, hemen araya
girip sorunu halletmeye çalıştı. Şükürler olsun ki sorun çözüldü ve
ben, annem, kardeşim sorunsuz uçağa binebilmiştik.
Ben ilk defa uçağa biniyordum. Heyecan ve korku vardı. Yine her konuda yardımcı olduğu gibi annem uçak korkumu yenmemde yardımcı olmuştu. Üç saatlik bir uçuştan sonra nihayet Medine’de idik. Her gün Medine sokaklarını gezdiriyordu kardeşimle annem.
Düşünsenize sevgili okurlarım, evden çıkamayan ben Medine sokaklarında geziyordum.
Sabah akşam Yeşil Kubbe’nin karşısına geçer izlerdim. Namaz vakti geldiğinde de annemle ben kadınlar kısmına, kardeşim ise erkekler kısmına gidip namazlarımızı kılıyorduk.
Bakmayın hikâye gibi anlattığıma. Geçmişte kaldığı için hikâyeleştirmek istedim.
Yazarken gözyaşlarımı tutamıyorum. Oralardan geldim geleli maneviyat yönünden daha güçlendiğimi hissediyorum. Ömrüm ne kadar kaldı, kalan ömrümde bir daha gider miyim, beni yaradan daha iyi bilir. Ama oraların hasretiyle yanıp tutuşacağımı iyi biliyorum.
Namaz sonrası yanımdan geçen her milletten insan, kendi dillerinde bana şifa diliyorlardı.
Gözlerimin içine bakarak “Konuşabiliyor mu? Konuşamıyor mu?” diye düşünmeden selam veriyorlardı. Orada yaşayan veya umre için gelen insanların önyargıları yoktu. Bu da hoşuma giden davranışlardan bir tanesiydi.
Kendimi oralarda hayal ediyordum fakat gidebileceğime hiç ihtimal vermiyordum.
Çünkü benim bedenim zordu ve gidebilme ihtimalim sıfırdı. (Tabii bana göre)
Bana güç gelen Allah’a güç gelir miydi hiç? Yüceler yücesi
Allah’ım bana fırsat ve güç vermişti gitmem için. Kardeşim ve annem
de benimle gelmişti. Kardeşim beni kucağına alıp uçağın koltuğuna
oturtmuştu. Hostesler, havaalanı çalışanlarının aksine anlayışlı
davranıp, “İlla dik oturacak.” dememişlerdi.
Biz sağlığından yoksun bireylere özel uçak olmalı. Daha büyük ve
daha geniş olmalı ki tekerlekli sandalyeli bireyler, tekerlekli
sandalyeleriyle rahat binebilsinler. Umarım bu yazdıklarımı Sayın
Cumhurbaşkanımız okur veya duyar da bizler için bir şeyler
yapılır.
Madem bizler özel insanlarız, özelliğimizi bir gün değil, her gün hissetmek isteriz.
Bunun yolu da bizler için bir şeyler yapmaktan geçiyor.
Başta olumsuzluk olmuştu ama çok şükür kutsal topraklarda hiçbir
olumsuzlukla karşılaşmamıştım. Her şey imtihandı. Havaalanındaki
sorun da bir imtihandı, benim imtihanımdı. Annemle kardeşim benim
dik oturamadığımı bildikleri için çok üzülmüşlerdi.
Ben de onların imtihanıydım. Kolay değildi yatalak bir engelli
bireyle seyahate çıkmak.
Allah’ıma hamd olsun ki yolda hiçbir sorun çıkmamıştı.
Rehberimiz Ubeyd kardeşim bizi kaldığımız otelden alıp gezeceğimiz
yerlere götürüyor, Uhud Dağı gibi, Sevr Dağı gibi, götürüp o güzel
yerlerde dua etmemize vesile oluyordu.
O kadar sevmiştim ki Medine’yi, ayrılmak istemiyordum.
Ayrılık günü gelmişti artık. İçimde bir hüzün, içimi kemiriyordu
sanki.
“Allah’ım.” diyordum. “Allah’ım bir mucize olsa da ayrılmasam
Resul’ümden.”
Daha selamlamaya girememiştim. Çünkü çok Kalabalıktı. Bu
kalabalık (bu bağırış çağırış) hem peygamber efendimize eziyetti
hem de diğer girmek isteyenler, ezilme endişesiyle peygamber
efendimizi selamlamaya giremiyorlardı. Ben ve annem de
girememiştik.
Kardeşim erkeklerin girdiği taraftan efendimizi selamlamış.
O anlatmıştı, kadınlar bölümünden yükselen çığlıkları.
Biz de annemle hem efendimizi rahatsız etmemek adına hem de
eziliriz korkusu ile bir daha girmeyi denememiştik. Efendimiz bizi
her yerden görüyordu Allah’ın izniyle.
Yeşil Kubbe’nin karşısına geçer, salâvatlarla, peygamberimi görür gibi izlerdim.
Bir mengene misali içimi sıkan hüzünle ayrılmıştım
Medine’den.
Rehberimiz bizi Mekke’ye götürmüştü. Medine’nin büyüleyici
görüntüsü henüz gözlerimin önünden, kokusu burnumun direklerinden
silinmemişken. Mekke’nin güzelliği beni adeta büyülemişti. Tıpkı
Medine gibi, Mekke de çok kalabalıktı.
Kabe’i Şerif’i ilk gördüğüm anı hiçbir zaman
unutamayacaktım.
O anı yazarken bile heyecanlanıyorum.
Kardeşim bir yandan tekerlekli sandalyemi sürüyor, bir yandan gözlerimi kapatıyordu.
İçimde öyle bir heyecan vardı ki, onu tarif edemiyordum bir
türlü.
Ne kendime tarif edebiliyordum bu heyecanı ne de karşımdaki annemle
kardeşime.
Kardeşim soruyordu “Heyecanlı mısın? Diye, sesim çıkmıyordu ki cevap vereyim.
Kalbimin sesi, kendi sesimi bastırmıştı. Kardeşim gözlerimi
açtığında kalbim coşkun bir deniz misali gözlerimden akmaya
başlamıştı. Sanki içimde kayaya kızgın bir denizin dalgası, o
kayayı dövüyordu. Hıçkırıklara boğulmuştu bedenim. Sanki dalgalar
kayaya değil de bedenime vuruyordu ve bu da bedenimi sarsıyordu…
Sarsılarak ağlıyordum. Deniz, dalgalarını üzerimden çektiğinde asıl
manzarayı görmüştü gözlerim.
Rabb’ime bir kez daha şükür etmiştim bana sağlam gözler verdiği
için.
Tüm ihtişamıyla, heybetiyle karşımdaydı Kâbe-i Şerif.
Nihayet görebilmiştim onu. Kâbe’nin yanına inememiştim
maalesef.
Dokunmamıştım ona. Sormak isterdim oranın yönetimine “Sağlıklı
insanlar Kâbe’nin yanına iniyorken, Kâbe’ye dokunuyorken; benim
neyim eksikti? Veya neyim fazla idi, inmeme izin vermediniz?
Tekerlekli sandalyem mi fazla gelmişti?” diye.
Bütün engelli bireyler adına sormak isterdim bu soruyu.
Sevgili okurlarım Suudi Arabistan yönetimi şöyle bir yöntem
uygulayabilir: Engelli bireylere bir aylık müsaade edebilirler.
Bizlerin de hakkı var Kâbe-i Şerif’e dokunmaya.
Bir tek sağlıklı insanların yurdu değil bu dünya. Farklı engele sahip insanlarımız da mevcut.
Bizleri düşünerek de bir şeyler yapılırsa seviniriz. Çünkü biz yüce Allah katında eşitiz.
İkiye ayırmayalım bir tutalım insanları.
Kardeşim bana tavaf ve say yaptırıyordu. Ben Kâbe’nin yanına
inememiştim ama annemle kardeşim birer kere aşağıya inip tavaf
yapmışlardı. Benim sırf tekerlekli sandalyem var diye aşağıya
inememiştim maalesef. Tekerlekli birey olarak birinci katta tavaf
yapıyorduk.
Yani insanları ikiye ayırıyorlardı. İki ayaklılar aşağıya inerken,
tekerlekliler birinci katta Kâbe’yi uzaktan ve zor görüyorduk. Bir
de ön tarafımızda iki set vardı. Surların arasındaydı Kâbe-i Şerif.
O kadar istemiştim ki dokunup o mis kokusunu burnumun direklerine
hapsetmeyi. Ama olmamıştı işte. Sonra yine kendimi teselli etmeyi
bilmiştim.
“Olsun Rukiye, evde iken dışarı çıkamıyordun, bak şimdi nerelere geldin. Şükret ve fazlasını arama.” demiştim. Hamd olsun beni kutsal topraklara gönderene.
Binlerce salât selam olsun beni davet edene. Şimdi tek bir sorum vardı kendime sorduğum: Bir daha gidecek miyim şu kalan ömrümde?
Teşekkürler
Ben engelli yazarım, sevgili okurlarım. Beni tanımayanlar için söylemiş olayım.
Bir kanal benimle röportaj gerçekleştirmişti. Muhabir kardeşim, ikinci kitabımı çıkarınca neler yapmak istediğimi sormuştu. İlk kitabımın geliriyle hayalim, yıllardır kiralarda oturan anneciğime -hamdüsenalar olsun- bir ev alabilmiştim. Bu esnada da siz sevgili okurlarıma teşekkür etmek isterim. Muhabir kardeşime cevaben, “Ben umreye gitmek istiyorum.” demiştim. Sakarya’da kuyumculuk işi ile uğraşan bir ağabeyim bir gün kanalları gezerken haberi görüyor ve izliyor. Muhtar bey vesilesiyle bana ulaşıp beni ziyaret etmek istediğini söylemişti. Sevgili ağabeyim Hakan Tenekeci beni ziyaret edip o müjdeyi bana vermişti.
Değerli okurlarım bana deseler ki, “Unutamadığın bir gününüz var mı?” Hiç düşünmeden umreye gideceğimi duyduğum gün olurdu. Çünkü o günü ölene kadar unutamayacağım.
Allah Hakan ağabeyimden binlerce kez razı olsun inşaalah.
Dizdar Tur’un sahibi, Ahmet Dizdar’a teşekkür ederim, onun ismi ile
gittik.
Rehberlerimiz sevgili Übeydullah ve Muhammed Ali kardeşlerime
teşekkür ederim.
Ve tabii sevgili canım kardeşim Mert Türeyen’e teşekkür ederim, o olmasaydı gidemezdim çünkü. Canım anneciğim Fatma Türeyen’e sonsuz teşekkürler.
Kalbimin yarısı Medine, yarısı Mekke'de kaldı.
---
Rukiye Türeyen'in sosyal medya hesapları:
Instagram: https://www.instagram.com/rukiyetureyenfkofficial/
Youtube: https://www.youtube.com/@rukiyetureyen_yazar
Facebook: https://www.facebook.com/rukiyetryn
Twitter: https://twitter.com/R_Tureyen