Bu yazımda biraz tefekkür yapma gayreti içerisinde olacağım.
Yazdıklarımı önce kendi nefsime sonra sizlere
seslendiriyorum.
Yaşadığımız zaman ve zeminin daha iyi anlaşılmasına kolaylık
sağlayacaktır düşüncesi ile tefekkür âleminde biraz gezinti
yapalım.
Hem siyasi hem içtimai hem de manevi açıdan her olayın
gözlemlenmesinde yardımcı olabileceğini düşündüğüm, biraz gündem
dışı görünse bile tafsilatlı şekilde ihata edilip denklemler doğru
bir dinamikle gözden geçirilirse eğer yapmaya çalıştığım tefekkür
mizanının ehemmiyeti idrak edilebilecektir.
Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir dünyada yaşamak
nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü?
Bir an için tüm ön yargılarınızdan kurtularak, şimdiye kadar
öğrendiğiniz her şeyi bir kenara bırakarak düşünün.
Bedeninizin, çevrenizdeki insanların, denizlerin, gökyüzünün,
ağaçların, çiçeklerin, kısacası her şeyin kapkara olduğunu
gözünüzde canlandırmaya çalışın.
Etrafınızda hiçbir rengin olmadığını düşünün.
Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların,
kelebeklerin, meyvelerin hiç rengi olmasaydı, neler hissederdiniz
kafanızda canlandırmaya çalışın.
Çoğu insan, şimdiye kadar ne kadar renkli bir dünyada
yaşadığını, nasıl olup da çevresinde böyle bir renk çeşitliliğinin
olduğunu hiç düşünmemiş olabilir.
Renklerin olmadığı bir dünyanın nasıl olabileceği de hiç aklına
gelmemiş olabilir.
Çünkü gözleri gören herkes gözünü açtığı andan itibaren renkli
bir dünyayla karşılaşmıştır.
Oysa kapkaranlık, renksiz bir yeryüzü modeli
imkânsız değildir, aksine asıl şaşırtıcı olan şu anda ışıl ışıl ve
rengârenk bir dünyada yaşıyor olmamızdır.
Renksiz bir dünya denildiğinde akla siyahın, beyazın ve grinin
tonlarının olduğu bir yer gelebilir. Oysa siyah, beyaz ve gri de
birer renktirler. Bu yüzden insanın renksizliği hayal etmesi çok
zordur.
Renksizliği tarif ederken de mutlaka bir renk kullanmak
zorunluluğu hissedilir.
"Her şey renksiz, kapkaraydı; yüzünde renk kalmamıştı,
bembeyaz olmuştu" gibi cümlelerle renksizlik ifade
edilmeye çalışılır.
Oysa bunlar renksizliğin değil siyah-beyaz bir dünyanın
tarifidir.
Bir saniye için etrafınızdaki her şeyin renklerinin bir anda yok
olduğunu düşünün.
Böyle bir durumda her şey birbirine karışacak, cisimleri
birbirinden ayırmak imkânsızlaşacaktır.
Tarifi bile son derece zor olan bu renksiz dünyada kısa bir süre
bile olsa yaşamak insana büyük bir sıkıntı verecektir.
Bir insanın dış dünyayla bağlantı kurmasında,
hafızasının çalışmasında, beyninin öğrenme görevini yerine
getirmesinde rengin önemi çok büyüktür.
Çünkü insan, olaylar ve mekânlar, kişiler ve nesneler arasında
ancak dış görünüşleri ve renkleri sayesinde sağlıklı bir bağlantı
kurabilir.
Sadece ses ya da dokunma, cisimleri tanımlamada yeterli olamaz.
İnsan için dış dünya ancak renkleriyle bir bütündür ve bir anlam
ifade eder.
Dünya üzerinde, evrendeki böyle bir düzenin varlığını
anlayabilecek tek varlık, akıl sahibi olan insandır.
Bütün bu bilgilerin ışığı altında ortaya şu sonuç
çıkmaktadır:
Yeryüzündeki ve gökyüzündeki her ayrıntı, her desen, her
renk insanın bu düzeni anlayıp kavraması ve bunun üzerinde
düşünmesi için yaratılmıştır.
Düşünen insan nasıl ki bir tablonun ressamı olduğunu ilk baktığı
anda anlıyorsa, çevresindeki rengârenk, ışıl ışıl, simetrik ve son
derece estetik ortamın da bir yaratıcısı olduğunu aynı şekilde
anlayacaktır.
Bu yaratıcı; yaratmada hiçbir ortağı olmayan, her şeyi
birbiriyle uyum içinde yaratan, bizi milyonlarca renkle bezenmiş
sayısız güzelliğin bulunduğu bu dünyaya yerleştiren Allah'tır.
Bu hassas dengeleri anlamadığımız ve göremediğimiz takdirde
renkli bir dünya yerine bulanık ve karanlık bir dünya içinde
kalmamız hatta gerçekleri görme yeteneğimizi kaybetmemiz
kaçınılmazdır.