Reklamcıların müthiş taktiği
Abone olDizi aralarında hepimizi çılgına çeviren reklamlarları sırrı ne? Hakkı Devrim, reklamları hazırlayanların birçoğumuzun aklına gelmeyen müthiş taktiğini açıklıyor.
Seyrettiğimiz diziler arasına serpiştirilen bitmek tükenmek bilmeyen reklamları hangimiz sinirlenmiyoruz ki? yazısında Hakkı Devrim, Fransa'da TV 1 adlı kanalın Genel Müdürü Patrik Le Lay'dan gelen müthiş açıklamaya yer verdi. İşte birçoğumuzun aklına gelmeyen taktiğin arkaplanı:
Türkiye'de televizyon seyretmeyip de gazete okumakla yetinenlerin oranı nedir acaba? Anlamsız, hatta gülünç bir sual, değil mi?
Gelin görün ki, gazetecilerin böyle düşünmediği anlaşılıyor. Böyle olsa, dizi yayınlarında reklam kuşağı sürelerinin değişip değişmediğini takip ederlerdi. Hadiseyi Vatan yazarı Mustafa Mutlu kovalamasaydı alınan yeni kararlardan haberimiz olmayacaktı.
Gelinen nokta.
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) yönetmeliği değiştirmiş. Dizi öncesi reklam kuşağı gene 8 dakikayı geçmeyecek. Bölüm içindeki kuşaklar bir dakika artırılmış, 6'şar dakikayla sınırlı. Bir saatlik programda yayımlanabilecek reklamların toplam süresi 12 dakikayı geçmeyecek. İlk kuşak 20'nci dakikada girecek yayına ve bu iç reklam kuşakları en az 20 dakikalık aralarla yayımlanacak. Bu demektir ki bir saatlik programa en çok, 6'şar dakikalık iki reklam kuşağı konabilecek.
Bence iyi! Yayında reklam süresi yüzde 20'yi geçmeyecek demektir.
Durun, hemen itiraz etmeyin! Daha söyleyeceklerim var.
Dizileri, filmleri seyretmeye vakti ve isteği olmayanlardan değilim. Hikâyenin en heyecanlı yerinde reklamları görünce, ben de hepiniz gibi, keyifli geçen toplantının içine çat kapı beklenmedik bir misafir düşmüşçesine sinirleniyorum.
Şunu da söyleyeyim.
Sinirlensem de ilgi duyarak seyrettiğim bir filmi, diziyi bugüne kadar yarıda bıraktığım hiç olmadı. (Belki, ders kitaplarında bile önsözleri okumadan edemeyen ve severek bir yerine kadar geldiği hiçbir romanı yarıda bırakmamış marazî okurlara has bir dirençtir benimki.) Benden çok daha tahammüllü, hoş görülü olan Gülseren Hanım'ın reklamların laubaliliğine öfkelenip kaç kereler, hem de severek seyrettiği dizileri yarım bırakıp yatmaya gittiği olmuştur. Ben her şeye rağmen sonuna kadar direnen çoğunluğa mensubum.
Öbür söyleyeceklerimi de fazla uzatmadan toparlamaya, yani yer bitmeden tamamlamaya çalışayım.
*
RTÜK Başkanı Fatih Karaca'nın kurallara aykırı olarak uzatılan reklam süreleri dışında bir şikâyeti daha vardı. Kural çiğneyenlere verilen cezalar, yargının yavaşlığı yüzünden caydırıcılık etkisinden yoksun kalıyor, demişti. Mevcut kanundaki esneklik yüzünden RTÜK kararları mahkemelere taşınıyor ve uygulama için uzun süre beklemek gerekiyor.
Bu sakıncanın, daha doğrusu noksanın giderildiğine dair bir haber çıkmadı. Kanunda değişiklik yapılsa duyardık. Zina kadar olmasa da (!), yani aile saadetini o ölçüde tehdit etmese de demek istiyorum, biz masum, sakin ve sabırlı seyirciler için bu saygısızlık da önemli bir «haksız fiil» sayılmaz mı?
*
Gelelim, Televizyon Yayıncıları Derneği'nin başkanı Nuri Çolakoğlu'nun dile getirdiği bir diğer gerçeğe.
2001 ekonomi krizinden sonra, diyor Çolakoğlu; kanallar mevcut tarifeyle reklam alamaz oldu. Fiyatlar indirildi. Ekonomi hızla toparlandı, ama yıllık reklam bedeli tarifelerini bu hıza uydurmak mümkün olmadı. Bu arada reklamların sayısı ve süresi artmış, ama etkisi azalmıştı. Düşük fiyatlar sebebiyle gazete reklamları da televizyona kaydı.
Çolakoğlu, ölçüyü kaçırmış bugünkü reklam süreleri evet azaltılsın, ama yönetmelikteki düzeye de indirilmesin, diyordu.
Aslında Çolakoğlu da, yani yayımcılar da konulan kuralların uygulanmamasından şikâyetçiydiler.
Nuri Bey Dostum bu bahiste, özdeyiş değerinde bir tespitte de bulundu, hatırlıyorum:
İşin özüne bakarsanız, dedi; bugün Türkiye'deki televizyonların kendileri bile hâlâ yasal değil. Çünkü lisansları yok.
Bu son düzenlemeyi televizyoncuların nasıl karşıladığını bilmiyoruz. Memnun ve tatmin olacaklarını da sanmıyorum.
*
Gazete de reklama muhtaçdır, ama satış gelirine destek olarak.
Televizyonun havası, suyu, ekmeği, her şeyi reklam. Bunu unutmamalıyız. Her zaman söylenmediğine bakmayın, unutulması da mümkün değil zaten.
Bir başka ifadeyle sevdiğimiz, beğendiğimiz televizyon programlarını biz bu reklamlar, demektir ki reklam verenler, daha doğrusu piyasa ekonomisi sayesinde seyredebiliyoruz. Evet, asıl velinimetimiz tüketicilerdir, yani biz, hepimiz.
Gördünüz mü, dönüp dolaşıp asıl suçlu diye gene kendi yakamıza yapıştık.
Fransa'da TV 1 adlı kanalın Genel Müdürü Patrik Le Lay geçenlerde, kendini tutamayarak bir gerçeği yüksek sesle de söyleyiverdi. Kıyametler koptu. O kadar ki adamcağız kendini savunmak zorunda kaldı: Benimki, biraz abartarak gerçeği daha kolay anlaşılır hale getirmekti. Beni «beyin ticareti yapmak»la suçlayanlar haksızlık ediyor, dedi.
Şimdi Le Lay'nin ne dediğini yazayım size; bu lafı mimleyin ve unutmayın.
«Televizyon hakkında çok şey söylenebilir. İş mantığıyla gerçek şudur: televizyonun asıl işi, ürününü satmak isteyene, mesela Coca Cola'ya hizmet etmektir. Yayınlarımızın amacı, seyirciyi oyalayıp eğlendirerek, gerginliğini gidererek onu, bir reklamdan sonra gelen öbür reklamı da algılamaya elverişli kıvama getirmektir. Bizim Coca Cola'ya sattığımız, insan beyninin işte bu elverişli ânıdır. Bu yatkınlığı sağlamanın, kolay bir iş olmadığını da ilave edeyim».
Değişik açıdan, ama dürüst bir değerlendirme. Üzerinde durup, gerçeğe çıplak gözle bakabilmek lazım.
Yazı: Hakkı Devrim
Kaynak: