Hani bazı anlar vardır “işte şimdi tam zamanı deriz” ya. “İşte bu an en uygun an” deriz ve işimizin o anda olmasını isteriz. Ramazan-ı Şerif’te öyle zamanlardan birisidir işte.
Birçok bakımdan kutsallık taşıyan bu ayda her zamankinden farklı şeyler yapmaya çalışırız. Namazlarımızın sayısını artırır, daha fazla Kur’an-ı Kerim okumaya çalışır, zekâtlarımızı bu ayda vermeye çalışır, fitrelerimizi bu ayda veririz…
Hakeza bizim için faydalı ve yararlı olduğunu düşündüğümüz birçok işimizi bu ayda yapmaya çalışırız.
Bana sorsalar hangi ayda ölmek istersin diye hiç tereddütsüz Ramazan ayını tercih ederdim. Henüz bu zamanda ölüm bana nasip olmadı ama dün çok sevdiğim ve değer verdiğim bir insan bu güzel ve mübarek ayda Rahmet-i Rahman’a yürüdü.
Daha öncesinden birçok kereler sohbet etme bahtiyarlığına eriştiğim Ömer Döngeloğlu hocamızın vefat haberini aldığımda derinden sarsıldım.
Ziyadesiyle teşrik-i mesaimizin olduğu ve kalemimi her platformda destekleyen kıymetli bir dost, ağabey ve hoca idi benim için.
Rabbim hocamıza rahmetiyle muamele etsin, onu Cennetine giren kullarından eylesin inşallah. (amin)
Bu vesileyle ölümle ilgili olan ve daha önce paylaştığım bazı düşüncelerimi tekrar paylaşmakta fayda görüyorum.
Bu sözler önce kendi nefsime daha sonra ibret almak isteyen herkese…
"Artık güneş görünmez olur, gök bulutludur,
Rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur." (Yahya Kemal Beyatlı/Geçiş)
Böyle bakan gönüller için ıstırap vererek yorar insanı. Ölen kişinin cesedi ebedi şekilde sadece toprağa dönüşmek üzere yokluğun karanlığına teslim edilir.
Bu anlayış ve inanışın sahibi ölümü gündeminden uzaklaştırarak dünya nimetlerinin tamamına sahip olma arzusu içerisinde korkuları içindeki gizli ihtiraslarının esiri olur.
Bu esaret, ülkeler satın alabilecek bir servet sahibi yapar ölümden kaçmak isteyeni...
Neticesinde korkuların girdabına küçük menfezlerden sığabilen hayat ışıklarına dahi ölmemecesine tutunanlara ve dahi kendi nefsime seslenmek istiyorum!
Bireysel olarak ihata edilmeye çalışıldığında zihnimizde ve insanlığın kültür seviyelerine göre “ölüm” tarihin hiçbir anında basit olarak algılanmamış ve kabul edilmemiştir. Aksine ölüm algısı basitleştirilmediği gibi farklı sembol ve inanışlarla anlam yüklemeye çalışılmıştır.
Oysaki yalın bir ifade ile ölüm, hayata gözlerimizi açtığımız dünyadan, planlanmış ve programlanmış yaşam sürecinin bitiminde özümüz olan toprak bütünleşmesi ile başka bir dünyaya geçişimizdir.
Toprağa karışıp yok olma, hücrenin içerisinde toz olmaya bırakılmış yalnızlık değildir. Hayatın “ödülü” olan ölüm imanlı bir kalp tarafından düşünüldüğünde başka bir hayatta filizlenip yeniden yeşerme halidir.
İçerisine yerleştirildiğimiz hücre, kör kuyuda yokluğa bırakılmak yerine ötelere geçişimizin başladığı karanlık ya da aydınlık olacak tünelin başlangıcıdır.
Tünelin sonunda ya tahayyül sınırlarının dahi zorlanacağı ebedi mutluluklar meydanı ya da gözlerin gördüğü, kulakların işittiği, bedenin hissettiği dehşet ile yüzleşme meydanıdır.
Müşahede edebileceğimiz çok kolay bir mantık yürütelim;
Tohumları dahi tozdan ve çamurdan ibaret karanlığa gömdüğümüzde bize en leziz nimetleri filizlendiren toprak, yaratılmış en kutsal varlık insanın tohumunu yokluğa bırakır mı?
Yüreği imanla doldurulmuş, idealleri ve duyguları Allah muhabbeti ile heyecanla atabiliyorsa, insan; ölümün hakikatini kavramış bir şekilde huzura doğru koşar.
Ölüm güzelliklerle dolu meydana geçişin tüneli, o zaman ölüm hayatın en güzel hediyesi.
Eğer tünelin sonu dehşet sahneleri ile karşılayacaksa bizi henüz ölmeden ışıklandırılmış tünelin yolcusu olmak da geç değil.
facebook.com/msbeser
twitter.com/msbeser
instagram.com/msbeser